20 Aralık 2011

Tarihçisi Necip Fazıl Olanın ...

İnsanın ciddiye alındığını düşünmesi bile çok güzel bir duygu. Tam tarih kitaplarının kimler tarafından yazılıp okunacağını sormuştum ki🔎, ülkemizin en yetkin ağzından sorumun yanıtı geldi: Başbakan'ımız tarih kitaplarının okunmayacağını—sanırım, herhangi bir soruşturma ve kovuşturmaya konu olarak ülkemizin "demokratik" [ıyyk, yine tırnaklar!] görüntüsünü bozmamaları için—"aydınlanma" gereksiniminin "nesnel" edebiyatçıların(!) yazdığı "bilimsel tarih kitaplarının" yazılmalarının üzerinden 50-60 yıl geçtikten sonra bizzat politikacılar tarafından halkımıza terennüm edilerek karşılanacağını, millet iradesinin "tecelli ettiği" TBMM'de uygulamalı bir biçimde gösterdi.1 Tabii, haliyle, ABD ve Fransa gibi ülkelerde tarihin tarihçilere bırakılması gerektiğini söyleyerek Başbakan'ımıza gizliden gizliye meydan okumaya çalışan Dışişleri Bakanlığı'ndaki üç beş monşeri üzüntüye sevkeden bu icraat, yurdumuzun gönül gözü açık altın günü ve kahvehane ahalisince coşku ile karşılandı.

Evet, hayal değil gerçek, Başbakan'ımız Türkiye Cumhuriyeti tarihini hayal mahsülü senaryo ve süslemelerle dolu metinler üretmesiyle ünlü bir şaire, Necip Fazıl'a, atıfta bulunarak aydınlatmaya çalıştı. Bu bana ister istemez, İngiliz Savaş Propaganda Bürosu'nca uydurulan ve içeriğinin doğru olmadığı daha sonra İngiltere tarafından da kabul edilen Mavi Kitap'ı anımsattı.2 Ya da, I. Dünya Savaşı süresince yaptığı casusluk faaliyetleriyle [biraz da başrolü başkalarından çalarak] ünlenen Thomas Edward LAWRENCE'ın yazdığı Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı kitabını. Çünkü, uydurulan yalanların sayısı ve yeğinliğiyle Necip Fazıl'ın, kimi zaman İsmet İNÖNÜ yoluyla kimi zamansa doğrudan, laik Cumhuriyet'e olan hıncını ortaya koyduğu bu metinler, anılan propaganda kitaplarında sağlananlardan çok daha gerçek ötesi olma özelliği taşıyan bilgiler içeriyor.

Yaşamının İş Bankası müfettişi olarak geçirdiği ilk kısmını içki içip kumar oynayarak ve umarsızca kadın peşinde koşarak bohem bir şekilde harcayan3 bu şairimiz, II. Dünya Savaşı sonrası çok partili siyasi hayata geçilmesiyle aslını bulmuş, basına sansürün kaba örneklerinin bolca sergilendiği bir dönemde Adnan MENDERES'in mali desteğini de alan Büyük Doğu dergisinde hilafet ve saltanatı savunmaya başlamış. Anılan dergideki desteksiz atışlarıyla günümüzün Cumhuriyet düşmanlarına esin kaynağı olan Necip Fazıl ve avanesinin attığı kuyruklu yalanlarla ilgili bilgilenmek isterseniz, Turgut ÖZAKMAN'ın Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar adlı kitabını oku(t)manızı tavsiye ederim. Düşülebilecek çamur deryasının mutlak sıfır noktasını göstermesi ve tarih araştırmacılığının ülkemizde geldiği acınası hali ortaya koyması için, Turgut ÖZAKMAN'ın yüzlerce kaynakla desteklenmiş kitabında deşifre ettiği birkaç "bilimsel tarihçilik" örneğini aşağıya aldım. Böylece, günümüzde resmi tarihi yıkalım çığlıklarıyla laik Cumhuriyet'in altını oy(dur)mak isteyenlerin şeceresini daha iyi tanımış oluruz.

İlk örneğimiz yayınlamakta olduğu Vahidettin ile ilgili bir yazı dizisini okuyan bir kişinin Necip Fazıl'ı ziyaret ederek ifşa ettiği müthiş(!) bilgilerle ilgili. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün garsonu olduğu söylenen kişinin sözlerini aynen aktarıyorum.
1928-29 seneleriydi. Kazım KARABEKİR Paşa bazı neşriyat yapıyor ve bunlarda İstiklal Mücadelesi'nin sadece kendisi ve M. Kemal Paşa tarafından kazanılmış olduğunu iddia ederek, başka hiç kimseye hisse vermiyordu. Atatürk bu iddialara fevkalade öfkeleniyordu. Bir gün huzurunda Umumi Katip Tevfik (BIYIKLIOĞLU) Bey bulunurken, kahve götürmek vesilesiyle oturdukları salona girdiğim zaman şu sahneye şahit oldum.... (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.3.2. blm, 239. sf)
Tanık olunmasının 40 yıl sonrasında Necip Fazıl'ın oğlu tarafından yazılıp olayın kahramanınca imzalanan konuşmanın devamı Ergenekon'daki gizli tanıkların ifadeleri tadında, ama bu kadarı da yeterli. Çünkü, Kazım KARABEKİR'in yaptığı söylenen yayının tarihi 1928-29 değil, 1933. Ayrıca, o sıralardaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri de Tevfik BIYIKLIOĞLU değil , H. Rıza SOYAK. Yani, garsonun yaşlılığına da verilebilecek "yaratıcı" denemeler Üstad tarafından yutulmuş ya da ...

İkinci "bilimsel tarihçilik" örneği de Necip Fazıl'ın eseri. Üstad'ın Mustafa Kemal'i Anadolu'daki göreve Vahidettin'in seçtiğini kanıtlamak için hayal perdesine Refet BELE'yi yerleştirdiği anlatımını, Turgut ÖZAKMAN'ın kitabının aynı bölümünden, 244-245. sayfadan aktarıyorum:
Sultan Vahidüddin, 1. Dünya Savaşı'ndan sonraki felaketi, millette hiçbir ferdin hissedemeyeceği mikyasta derinden duymuş, vatanın kurtarılması yolunda genç kumandanları Anadolu'ya dağıtmış ve bu işin başına geçmesi için de maddi ve manevi her fedakârlığı göstererek Mustafa Kemal'i seçmiş ve Anadolu'ya göndermiş olan insandır.
Gündüz kuşağı kadın programlarındaki dedikodunun letafetini aratmayan bu metnin çözümlemesini Turgut ÖZAKMAN'dan dinleyelim.
  1. İfadenin yer aldığı kitap, Refet BELE'nin ölümünden beş yıl sonra yayınlanmıştır.
  2. Üstad, 1950'lerde dinlediğini yazdığı açıklamaya, Refet Paşa yaşadığı sürece Büyük Doğu dergisinde yer vermemiştir.
  3. "İlk ihtiyaç anında açıklayacağını" söyleyerek, konuşmanın tanıklarının adlarını vermekten kaçınmıştır.
  4. Refet BELE, son olarak Sabahattin SELEK'le 1.8.1962 günü görüşmüş, ilginç açıklamalar yapmış ama N.F. KISAKÜREK'in değindiği konuda, tek kelime bile söylememiştir.
Üçüncü ve son örneğimize geçmeden önce, Üstad'ın konuşmanın tanıklarını hiçbir zaman açıklamadığını, bu ve bunun gibi eksikliklerinin her zaman olduğu gibi talebelere kaldığını ekleyerek içinizi rahatlatayım. Gelelim üçüncü harikamıza. İki parçadan oluşan bu örneğimizi bize armağan edenler Necip Fazıl ve Nihal ATSIZ. Önce Üstad'ın, Vahidettin'in Mustafa Kemal'i Samsun'a gitmesi için nasıl ikna etmeye çırpındığını anlattığı metnin girişini okuyalım.
Bize denilebilir ki, "bu tiyatro konuşmaları gibi hayalden uydurma hissini veren lafları nereden çıkarıyorsun? İlmi ve tarihi hakikatleri belirtmek için mutlaka vesikaya (belgeye) istinat ettirilmeleri (dayandırılmaları) gereken bu dialogları, kimlerin şehadetleri (tanıklıkları) ile ispat edebilirsin?" Cevabımız şudur: Evvela beni dinleyin! Sonra da ispatını isteyin! (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.6. blm, 258. sf)
Neymiş, efendim? Vahidettin ve Mustafa Kemal dışında tanığı olmayan bir konuşmanın içeriği üstadlıktan her şeyi bilen her şeyi gören Tanrı rolüne terfi eden Necip Fazıl'ın hayal perdesinden bize aktarılacakmış. Beğenirseniz kardeşim! Neyse, aynı sahnenin devamını Nihal ATSIZ'ın yazısından okuyalım.
[Vahidettin] M. Kemal Paşa'ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir. (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.10. blm, 275. sf)
Yarış atları olduğu hiçbir tarihi belgeye ve zamanın gazetesine yansımamış olan Vahidettin'in bu fedakârlığı, ilk okuduğumdan beri beni gülmekten yerlerde kıvrandırmıştır. Çünkü, iddia olunan tevdiatın Bandırma vapuruna binmeden bir gün önceki görüşmede yapıldığı ima ediliyor. Yani, Mustafa Kemal her biri yedi gramdan 40.000 altını (280 kiloyu) İngiliz denetimindeki Boğaz'da bekleyen tekneye kadar götürmüş. Herhalde diyorum, Mustafa Kemal 280 kiloluk yükü koltuğunun altına sıkıştırıp odadan çıktı ve ıslık çala çala İngilizler'in gözü önünde emaneti Bandırma vapuruna taşıdı. Büyüklüğünü bunlara bile kabul ettirdin ya Ata'm!

Yalan o kadar büyük ki, aynı tayfadan diğer "tarihçiler" ya miktarı ya da veriliş biçimini değiştirmek zorunda kalıyor. Ama inanın hiçbirinin uydurduğu okuyucunun kuş kadar bile beyni olabileceğini varsaymıyor. Bu arada, işin zamanla değişip hiç olmazsa biraz daha izan sınırlarına çekilebileceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Alın size, 1200 İstiklal Mahkemesi idamını 120.000'e çıkartan Abdurrahman DİLİPAK'tan bir desteksiz atış:
M. Kemal, Anadolu'da halk ayaklanmasını örgütlemek için büyük miktarda para ile Samsun'a gönderiliyordu... 300.000 altın para verilerek, Anadolu'daki kurtuluş hareketini örgütlemek için gönderilmişti. M. Kemal'in daha sonraki mektupları bunu doğrulamaktadır. Bu mektuplar Başbakanlık Arşivi'nce yayınlanmıştır. (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.10. blm, 281. sf)
Bilmem baştan sona yalan olduğunu söylememe gerek var mı?



Tabii, biz günümüzün sıkıntılarını çözerek geçirebileceğimiz çok değerli zamanımızı geçmiş ile ilgili yalanları konuşarak harcarken, el oğlu durmuyor, dedirten bir sürü şeyler oluyor dünyada. Mesela, yaklaşık altmış yıl önce kurtarmaya gittiğimiz Güney Koreli kardeşlerimiz, dünyanın en hızlı İnternet'e sahip ülkesi haline gelmişler. Daha çarpıcı bir şekilde söyleyecek olursak, 1950 yılında Türkiye'nin yarısı kadar bir kişi başına gelire sahip olan Güney Koreliler, şu an 30.000 $'lık bir istatistikle ülkemizin yaklaşık 3,3 katı gelire sahip olur hale gelmişler. Söz konusu dönem boyunca ülkemizin genelde MENDERES, ÖZAL ve ERDOĞAN ile temsil edilen özde aynı parti tarafından yönetildiği ve en büyük büyüme oranlarının seçim afişlerinde dışlanan siyasetçilerin yönetimde olduğu 1962-1975 yılları arasında tutturulduğu düşünüldüğünde, Cumhuriyet'imizin aslında sandığımızdan çok daha güçlü temellere sahip olduğu takdir edilecektir.4 Edilecektir ama ...

Evet doğrudur, onlarca ulusal televizyon kanalının bulunduğu ülkemizde neredeyse herkesin cep telefonu var ve zamanını verimli bir biçimde dolduramayacak kadar içi boşalmış milyonlarca yurttaşımız gözlerini televizyondan alabildiklerinde Facebook ve Twitter'da eğleşiyorlar. Ancak; çoğunluğu genç, "dinamik" ve niteliksiz olan nüfusumuz, yedi yılda sadece bir kitap okuyor. Tabiatıyla, aslında otomobil kullanmaktan farkı olmayıp fezaya çıkışımız olarak yutturulmaya çalışılan İnternet kullanımı, ülkemizi petrol ve doğal gazı olmayan bir Orta Doğu ülkesi haline getirmekten başka bir anlam taşımıyor. Bir diğer deyişle, aldığı yarış otomobiliyle kendini otomotiv sektörünün banisi zanneden Arap şeyhlerinden farkımız olmuyor. Bu yutturmacanın kabullenilmesi ise, Necip Fazıl'ı tarihçi zannedip ona [masonlardan aşırma bir biçimde] Üstad olarak hitap edilmesi sonucunu doğuruyor.

Anlatımımdan Türkiye'nin İnternet'te çok ileri olduğu ve benim bunu eleştirdiğim çıkarılmasın. Maalesef, ülkemiz Güney Kore'nin birinci olduğu istatistikte acınası bir halde. Her ne kadar Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali YILDIRIM, Türkiye'nin iletişim altyapısını son on yılda Afrika düzeyinden Avrupa'nın önde gelen ülkeleri düzeyine getirdiklerini söylese de kazın ayağı hiç de öyle değil. Özetin özeti bir grafikle durumu açayım. [Acı gerçeği, http://www.akamai.com/stateoftheinternet/ adresindeki sayfadan kendiniz için görebilirsiniz.]


Yukarıdaki grafikten de görülebileceği gibi, ortalama İnternet hızında Türkiye Avrupa'nın en geri addedilebilecek ülkelerinden bile geride. Bırakın düne kadar komünizmin pençesinde olup daha sonra AB'ye girenleri, ülkemiz Hırvatistan, Makedonya, Moldovya ve Rusya'nın da arkasında! Aslına bakarsanız, gezegenimizin ciddiye alınabilecek bölge/ülkelerinin neredeyse tümünün gerisindeyiz. Bir diğer deyişle, Nataşalar'ı parayla yatağa atıp bunu gelişmişlik ve güç göstergesi olarak addeden Ahmetler ve Mehmetler meğer Nataşalar'ın kucağına oturmuş da haberimiz olmamış.

Elbette, bardağa dolu tarafından da bakabiliriz. Mesela, Türkiye aynı istatistikte Orta Doğu "demokrağsilerinden" daha iyi durumda. Aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi bir aralar Tunus'tan ve Suriye'den yavaş olma başarısını gösteren ülkemiz, açılışlarda kesilen kurbanlar sayesinde olsa gerek, onları da geçmiş. Tabii, bu İnternet filtresi öncesindeki performans; söz konusu iki ülkede yaratılan bahar havası kışa çevirmezse—kişisel inancım, bu bahtsız ülkelerin buz devrine girdiği yönünde—Suriye ve Tunus ülkemizi geçiyor aslında!


Özelleştirmenin verimlilik ve teknolojik sıçrama ilacı olarak önerildiği dönemin başlangıcında olsaydık ortadaki yaldızlı başarısızlık tablosu, Türk Telekom'un devlet tekeli olarak işletilmesine değinilerek kamu sektörünün hantallığına ihale edilirdi. O zaman, şimdiki fiyaskonun sebebi nedir? Yanıtı, Türk Telekom'un "özelleştirilmesi" ve sonrasına bakarak verebiliriz sanırım. Hatırlayacağınız gibi, Koç ve Sabancı Holding'in ortaklaşa girmeyi düşündükleri ihaleye açıklamadıkları bir sebepten ötürü katılmamaları5 sonrasında, [2005 Kasımı'nda] Türk Telekom'un %55'i 6,5 milyar $'a—o dönemki düşük ABD Doları kurunu unutmayın—Lübnan'ı Batılı güçlerin gözetiminde yöneten Hariri ailesine satıldı. 300 milyon $'lık sermayesiyle 3 milyar $'lık sermayeye sahip bir devi yutarak bir mucizeye imza atan Suudi destekli Oger Telecom, şirketin devri sırasında kasada bulunan 2 milyar 283 milyon liranın ve Türk Telekom'un mülklerinin de sahibi oldu. Buna, özelleştirme öncesinde (16.Temmuz.2004) Türk Telekom'a sınırlı olacak şekilde Hazine Payı ödemesinin kaldırılması6 eklendiğinde, Oger Telecom'un %20'si peşin geri kalanı beş yıl vadeli ödemeyi yapması hiç de zor olmadı. Hazine Payı kıyağının 2010 sonuna kadarki katkısı olarak o dönemdeki 48,5 milyarlık cironun %15'i olan 7 milyar 275 milyon TL hesaba katıldığında, Oger Telecom'un satın aldığı şirket için gerçek bir ödeme yapmadığı görülecektir. İş böyle olunca, British Telecom'un teknik danışmanı olduğu Oger Telecom'un ülkemizin iletişim altyapısını içine soktuğu durum daha da anlaşılmaz hale geliyor. Hem bedavaya aldığın şirketten her yıl milyarlarca lira kâr edeceksin, hem de .... İnsanın dili varmıyor ama, birileri bizi bir öpmüş bir öpmüş bir daha öpmüş!7

Evet, kendisine verilen mahkumiyet kararını yargıçların Alevi olmasına bağlayan Başbakan'ımızın Dersimiz Dersim başlığı altında Necip Fazıl'ı tarih otoritesi ilan etmesinin başlıca sebebi bence bu: Türkiye "büyürken" büzülüyor, ulusal varlıkları "özelleştirilirken" yabancı tekellere emanet ediliyor. Yurttaşlarımıza Fransız Meclisi'ndeki Soykırımı İnkar Yasası bağlamında gaz verilirken Ekonomi Bakanı Zafer ÇAĞLAYAN'ın Fransız ürünlerini boykotun düşünülmesine karşı çıkması da aynı nedenden: çünkü, Türkiye "üretirken" tüketmiş, tükenmiş ve bölgesel montaj (üretim değil!) üssü haline gelmiştir. Kimilerinize çok keskin gelebilecek bu yargımı şu senaryonun ışığı altında düşünün. Diyelim ki, Fransa işi sonuna kadar götürdü ve söz konusu yasa Senato'dan geçişinin ardından SARKOZY tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Yine diyelim ki, öngörüldüğü gibi Fransız ürünlerine boykot uygulamaya başladık. Peki, bu durumda Fransız devlet şirketi olan Renault üretimini Arap Baharı palavrasıyla ehlileştirilip tüketim toplumu olma yoluna sokulan merkezi bir Orta Doğu ülkesine—mesela, eski sömürgesi olan Suriye'ye veya hali hazırda Mercedes fabrikası bulunan Mısır'a—taşırsa ya da özelleştirme sırasında alınan kimi çimento fabrikalarını taşımaya karar verirse? Böylesine bir restleşme orta vadede Türkiye'deki otomotiv sektörünün ithalata dayalı bir montaj sanayi olduğu gerçeğini gözler önüne seren bir ihracat düşmesi ve komşu ülkelerden çimento ithalatının artmasından başka bir sonuç yaratmayacaktır.

Bütün bunlar, kararnamelerle yönetilen ülkemizdeki yargı dönüşümünden ve egitim, sağlık sektörlerinin içine düştüğü durumdan da görülebilir. Artık, bir vatandaş olarak dava açmak istediğinizde, tüm mahkeme harçlarının peşinen ödenmesi zorunlu; ayrıca, yargıçlar aldıkları kararlar sonucu doğacak tazminat gerektiren durumlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklar, her şeyi Devlet karşılayacak. Yani, mahkemeye giden yolunuz daralıp uzarken, yol üzerindeki engeller büyümekte; birileri size, git kredi al, mahkeme harçlarını yatır, dava aç, değişik aşamalardaki duruşmalarda geçecek yılların ardından sonra hak telebinin yanıtını al demekte. Aynı sistem, haksız bulunmanız durumunda temyiz sürecini Anayasa Mahkemesi ile uzatarak AİHM'ye giden yolu daha da uzatmakta ve hak aramayı neredeyse satın alınan bir ayrıcalık haline getirmekte.

Peki sağlık sektörü? Bu hizmetin de sokaktaki vatandaş için ayrıcalık haline dönüşmeye başladığını görüyoruz. 2011 Genel Seçimleri sonrası öngördüğüm gibi🔎, yabancılaştırma süreci Acıbadem Grubu'nun Malezyalı (Japon ve Çinli) bir ortak (büyük abi), Kent Hastanesi'nin ise bir İngiliz şirket tarafından satın alınması ile başladı bile. Gereksiz ilaç tüketimini azaltmak bahanesiyle ilaç kutusu başına konulan 3 TL'lik katkı payı ve önümüzdeki günlerde uygulanmaya başlanacak genel sağlık sigortası ise halkımızın gözünden kaçırılmaya çalışılan fakat en çabuk hissedilecek olumsuzluklar. Ancak işin en hazin yönü, sağlık personelimizin hedef gösterilmeleri sonrasında devlet kurumlarından gönüllü(!) emeklilik veya istifalarla uzaklaştırılarak yabancı ve yabancılaştırılacak özel sağlık kurumlarına ucuz işgücü olarak hediye edilmesi.

Eğitim sektörü ise, içine düştüğümüz sarmalın ne kadar derinlere indiğini göstermekte. Bir ülke düşünün ki, her yıl yüzbinlerce gencini laiklik karşıtı eğitim kurumlarında okutmayı demokratiklik olarak savunsun ve bunun üzerine bir grup vatandaşının din konusundaki bilgi ihtiyacını bu okullardan mezun olanlar yerine eğitimsiz mollalara devretsin; bir ülke düşünün ki, Hitlerli, Mussolinili, Francolu, Salazarlı ve Stalinli bir emperyal güçler yumağı olan Avrupa'nın yanıbaşında, Ne Mutlu Türk'üm Diyene, diyebilen önderini ve arkadaşlarını yalan yanlış, üretilmiş belgelerle hedef haline getirsin. İşte o ülkede, Necip Fazıl tarihçi de olur, intihalci Eğitim Bakanı da. Benim diyeceğim, Necip Fazıl'ın şiirlerini okumaya devam edelim ama ... Unutmayın, tarihçisi Necip Fazıl olanın burnu şeriattan kurtulmazmış.


  1. Nedendir bilinmez, Başbakanlık ve Genel Kurmay arşivlerinin açılacağına dair herhangi bir adımın atıldığı haberi ise henüz müjdelenmedi.
  2. Bu tür yayınlara kuru propaganda diye bakmayın, İngiltere bu işi büyük bir ciddiyetle yapmış. O kadar ki, Almanlar'a karşı uydurulan propaganda malzemelerini yazanlar arasında Rudyard KIPLING gibi Nobel ödüllü bir yazar bile var.
  3. Necip Fazıl'ın yaşamına dair ayrıntı için, Mina URGAN'ın Bir Dinozorun Anıları adlı kitabına bakmanızı tavsiye ederim.
  4. Bu gerçeği, inşa edilen ve daha sonra özelleştirme kisvesi altında yabancılara "sunulan" sanayi kuruluşlarının listesinden kolayca çıkarsayabiliriz.
  5. Sanırım bu noktada şu soruları sormaya hakkımız var: Gerek teker teker, gerekse toplamları Hariri'den kat ve kat büyük olan Koç ve Sabancı [Holding] bu ihaleye neden girmedi? Anılan holdinglerimiz, kendi ülkelerinin iletişim sektöründeki pek çok segmentin 2026'ya kadar tekeli olarak kalacak olan ve altın yumurtlayan bu şirketi neden almaktan caydı? Bu akıldışı kararın alınmasında kimler, nasıl etkili oldu?
  6. Nedense bu kıyak, Turkcell, Vodafone ve Avea'ya çekilmemiş. Yani, kamu hazinesini zaafa sokan bu karar, aynı zamanda rekabet eşitsizliği de yaratmış.
  7. Bir başka deyişle, Türk Telekom'un yaptığı sponsorluklar, Seyrantepe'deki stadın isim hakkını satın alması spora destek falan değil; yapılan her şey sokaktaki gariban Mehmet ve Ayşe'nin parasıyla yapıldı.

31 Ekim 2011

Peki Tarih Kitaplarını Kim Yazacak?

Çoğumuzun Osmanlı'nın en görkemli çağını temsil ettiğine inandığı Kanuni Sultan Süleyman'ın pek de sahiplenilmeyen icraatlarından birisi 1535'de Fransızlar'a tanınan ticari ayrıcalıklardır. Okul kitaplarımıza inanacak olursak, Osmanlı Fransa'yı neredeyse vesayeti altına almış ve bunun karşılığında tenezzül buyurarak Frenk tacirlerine özel haklar vermiştir. Zaman içinde diğer Avrupa ülkelerine de genişletilen bu uygulama tekrar tekrar uzatıldıktan sonra 1740 yılında kalıcılaşmış ve çöküş kaçınılmaz olmuştur. Halbuki, bu icraatıyla Kanuni çok gerçekçi bir karar alarak Umut Burnu tarafından açılan yeni ticaret yolunun olası yıkıcı etkilerini hafifletmeye çalışmış, Fransa'ya özel bir statü vererek Osmanlı üzerinden ticaretin çekiciliğini korumaya çalışarak zaman kazanmak istemiştir. Nitekim, 1550'ler ve 1560'ların ilk yarısı Osmanlı Portekiz'in Hindistan'daki üslerine seferler düzenlemiş, Endonezya'ya doğru sefer yapmaya niyetlenmiştir; ancak, büyük denizlere uygunsuz donanmanın başarısızlığı sonrasında Basra'ya sıkışması nedeniyle bu çabalar tarihimizin okunmayan sayfalarına hapsedilmiştir. Bu konudan bahsedenler—örneğin, 2004 Endonezya depremi ve tsunamisi bağlamında—genelde bu seferlerin İslam aşkına müminleri Hrıstiyan zulmünden kurtarmak için yapıldığını söylerler. Böylece, Kanuni ve yakınındakilerin devlet adamlığının göstergesi olan bu serinkanlı kararlar, bir anda din aşkıyla sağa sola saldıran hayalcilerin başarısızlıkları haline gelir. Oysa, Kanuni basiretsizliğin en büyüğünü, bu seferlerin birinden başarısızlıkla dönen harita mühendislerimizin piri 86 yaşındaki Piri Reis'i idam ettirerek işlemiştir. Benzer şekilde, ne kadar anlamak istemesek de, Fransızlar'a verilen ayrıcalıklar mecbur kalınan, mantıklı bir manevradır; mantıksız olan, cihan padişahı dediğimiz birisinin babasının 1515 yılında fermanla Müslümanlar'a yasakladığı matbaayı yönetimde bulunduğu 46 yıl boyunca serbest bırakmamasıdır. Heyhat, orada da tarihi menkıbelerden öğrenmek isteyenlerin imdadına hattatların matbaa işini gördüğü palavrası yetişmektedir.

Bilirsiniz, Anadolu'da birçok Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Pir Sultan Abdal vardır. Birileri çıkar, çoğu zaman okul kitaplarından "örnek" hükümdar diye öykünerek okuduğumuz birine başkaldırarak halkın özlemlerine tercüman olur. Sonraları bu halk kahramanı adeta soyut bir kavram haline dönüşür ve ortalık aynı ada sahip insanlarla doluverir. Zaman yolculuğu yapıp da o tarihlerde yaşayan insanlara ortalıkta dolaşanların duyduklarını yapan kişi olmadığını söyleseniz, muhtemelen canınızdan olursunuz. Çünkü, otoriteyi sağlamanın tek yolu olarak zulmün kanıksandığı bir yerde farkındalık ne mümkündür ne de iyi bir şeydir; cemaat kendisini tarih sahnesine şeyhi uçurarak yerleştirmektedir. Bunun zamanımızda da pek değiştiğini düşünmüyorum. Aslında, kahramanlar egemen güç tarafından yaratılarak toplumun tüketimine sunulduğu için, işin bu yönü günümüzde daha da kötü bir hal almış durumda. Gelecekteki bir halkbilimcinin günümüz Türkiye'sinin kahramanlarını incelediğini bir düşünsenize! Turgut ÖZAL, Muhsin YAZICIOĞLU, Mehmet AĞAR, Recep Tayyip ERDOĞAN, Nihat DOĞAN, Seda SAYAN, vs.

O zaman soru şu: günümüz Türkiye'sinin tarihini kimler yazacak: saray dalkavuklarının günümüz uyarlamaları mı, halk türküleri mi? İnternet'te dolaşan "ileri demokrasi" polislerine hemen söyleyeyim, benim yazmayacağım kesin. Ne de olsa ben yazsam bile basılmadan toplanır! Ama, şurası kesin ki, torunlarımız da bizim gibi olursa bu sorunun pek de bir anlamı olmayacak. Çünkü yazılan kitaplar, kim yazarsa yazsın, okunmayacak. Ancak, gavur kendine iş edinip bizim tarihimizi yazarsa, ki bu dedeleri Osmanlı tarihini Hammer'den okuyan bendenizi hem hüzünlendiriyor hem de sevindiriyor, iş başka. Ne de olsa, bu arkadaşlar Türk gazetelerinden başka kaynakları da kullanılırlar ve ortaya okunabilir, tarih sahnesindekilerle çelişmeyen bir şeyler çıkar. Ama size itiraf edeyim, adamların işi çok zor olacak. İşi kotarabilmek için, zaman içinde yolculuk yapıp bize sormaları olanaksız gözüktüğüne göre, tarihçi dostlarımızın psikolog ve halkbilimci ordusuyla birlikte çalışmaları gerekecek. Çünkü, hükmedenler içinde öteki ben (İng., alter ego) olgusunun bu kadar çok kendini gösterdiği—galiba göstermek zorunda kalıyorlar—halkın gerçeğe kulaklarını tıkadığı—galiba sağırlar—bir başka ülke var mıdır, bilmiyorum. Bir ihtimal, Türkiye'yi örnek alıp "şeriat demokrasisi" gibi bir garabeti gerçekleştirerek ABD ve AB'den alkış alan Arap ülkeleri olabilir!

Turgut ÖZAL'ı çoğunuz hatırlarsınız. 24.Ocak.1980 Kararları zamanında DEMİREL'in kanatları altındaki bu kişilik, kararların devamının siyaseten olanaksızlığı nedeniyle dışarıdan kotarılan 12.Eylül.1980 Darbesi'nin 3 yıla yakın bakanlığını yapmış ve askerler tarafından onay verilen üç—evet sadeçe üç!—partiden birinin başına geçerek iktidara gelmiş, ülkemizin şu an içinde bulunduğu dağılma sürecini başlatmıştır. 1977 Seçimleri'nde o dönemin dinci partisi MSP'nin İzmir 1'inci sıra senatör adayı olup seçilemeyen Turgut ÖZAL, 1987'deki halkoylamasında siyasi yasakların kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Kartelleşmenin önünü açıp basının içinde bulunduğu zavallılığa sebep olan Turgut ÖZAL'ın büyük oğlu Ahmet ÖZAL, yasal olmadığı halde şu an Türkiye'yi soyduğu paralarla Paris'te gününü gün eden Cem UZAN ile ortaklaşa Star Televizyonu'nu kurmuştur. Bütün bunlara rağmen, medyamızın "aydın" kontenjanından yorum yapan gölge veremeyecek kadar küçük mensuplarına bakacak olursanız Turgut ÖZAL, ikinci Atatürk ve bir reformist demokrattır. Tümce içinde geçen somut ve soyut tüm kavramların ırzına geçen bu yorumun yorumu ise geleceğin tarihçilerine bırakılmış gözükmektedir. Çünkü, günümüz Türkiyesi'nde Turgut ÖZAL bir azizdir ve ölümü genellikle seçim öncelerinde olmak üzere çok uygun zamanlarda tekrar tekrar ileri sürülerek, halkımıza yel değirmenlerini yenecek "demokrat, liberal bir yiğitin" Büyük Patlama'dan da sorumlu olan Ergenekon tarafından öldürüldüğü konusu işlenmektedir. Çözüm nedense Özal Ailesi'nin tüm ısrarlara karşın vermediği deliller ve kontrol izinleri nedeniyle diğer seçime kadar ertelenmektedir.

1980 öncesinde Ülkü Ocakları'nın başkanlığını yapan ve bu makamın en uzun süre sahibi olma özelliğine sahip Muhsin YAZICIOĞLU'nun durumu da farklı değil. O dönemdeki kan gölünden sorumlu iki kutuptan birini temsil eden bu örgütün 12 Eylül mahkemelerinde sol örgütlerinkinin aksine örgüt olarak değil ayrı ayrı bireysel davalarla mahkeme edilmeleri sayesinde birkaç yılla kurtulan Muhsin YAZICIOĞLU, 1980 sonrasında kendini şiir yazmaya vermiş, MHP'den ayrılarak AKP'nin öncülü RP ile seçim işbirliği yaparak Meclis'e girmiştir. Kendisini taşıyan helikopterin uçuş kayıtları, bu konunun üzerine gittiğine inanılan bir hükümet ve yargının varlığına rağmen, yıllardır ortaya çıkmamıştır. Buna karşılık, hapishanelerdeki nüfusun yarısından fazlasının suçları kanıtlanmadan zanlı olarak hücrelerde süründüğü ülkemizde aziz mertebesine geçişin daha hızlı olduğu da pek görülmemiştir. Hiç kuşku yok ki, parasız eğitim istedikleri için deyim yerindeyse 16 ay hapiste unutulan öğrencilerin ülkesinde bunun yorumunu yapmak bizim işimiz olamaz; önümüzdeki seçimler ve diğer önemli kavşaklarda yeniden hatırlanacak bu olay, olsa olsa geleceğin HAMMER'lerinin psikolog ve halkbilimci ordusuyla birlikte yapacağı araştırmalarla yorumlanabilir.

İzmir milletvekili Mustafa BALBAY'ın daha önce hiç tanımadığı sağ görüşlü kişilerle birlikte kendi gazetesine bomba atmayı planladığı senaryosuyla üç yıla yakındır hapiste tutulduğu ve Deniz Kuvvetleri'mizdeki yüksek rütbeli subayların yarısından fazlasının kurulmamış şirket ve NATO birliklerinin kuruluş tarihlerini kusursuz bir biçimde öngörerek hazırladıkları darbe planları nedeniyle hapiste tutulduğu ülkemizde, Susurluk örgütlenmesindeki ağırlığı ortada olan Mehmet AĞAR'ın durumu da benzer bir araştırma gerektiriyor sanki. Emrindeki adamların içeriye atılıp kendisi dışarıda kalan bir örgüt lideri görünümü veren bu eski Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı, sanki hapse girmeme noktasında bir bağışıklığa sahip. Susurluk davasında aldığı hafif ceza dışında Ergenekon bağlamında hiç danışılmayan bu şahsiyetin ANAP-DYP birleşme çabalarını dinamitleyerek diğer "orta sağ" partiye verdiği dolaylı destek, geleceğin tarihçilerinin gözünden kaçmayacak gibi geliyor bana.

Henüz tarihe geçmekte olan şu anki Başbakan'ımız Recep Tayyip ERDOĞAN ise, beni en çok şaşırtan kişilerden. Bir yandan "Van Münüt" diyerek özlenen lider izlenimini verirken Irak'taki Amerikan askerleri için dua edilmesini istemesi ve BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmesi, öte yandan NATO'nun Libya seferine koyduğu yerinde postadan bir hafta geçmeden cayması ya da gazetecileri, bazı gazeteleri dışlayarak, çağırdığı toplantıya gazete patronlarını da çağırması şaşkınlık sebeplerimin sadece üç tanesi. Ayrıca, İstanbul Belediye Başkanlığı'na seçilmesi öncesinde halkla ilişkiler stratejisinin bir parçası olarak kendisinin de ruhsatsız bir evde oturduğunu söylemesi belleklerden silinmemişken, Ayamama Deresi Taşkını ve Van Depremi sonrasında muhalefet partisi lideri gibi konuşarak ruhsatsız binaların yıkılacağını söylemesi de bende geleceğin yetenekli tarihçilerinin işini psikolog yardımı olmaksızın yapamayacağı inancını uyandırmakta. Çünkü bu günleri yaşayan bendeniz bile, Anadolu'da dolaşan birçok Yunus misali, bazen birden çok sayıda Recep Tayyip ERDOĞAN'ın olabileceğini düşünüyorum. Buna, Sulukule'de toplu yerinden etme haline dönüşerek icra edilen kentsel dönüşümün, yüzyıllar boyunca oya gibi işlenerek oluşturulan İstanbul siluetinin sadece Salacak'tan bakıldığında korunduğunun mimar Belediye Başkanı Kadir TOPBAŞ tarafından itiraf edilmesi eklendiğinde iş daha da sarpa sarıyor. İnsan sormadan edemiyor: Acaba Kadir TOPBAŞ hangi partiden, İstanbul son on yedi yıldır hangi partiler tarafından yönetildi?

Kafa karıştırıcı değil mi? Yukarıdakilerin arasında beğenmediğiniz pek çok şey olabilir ama yazılanların hepsinin doğru olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunları, Kürt ayrılıkçıkları gerilla ve özgürlük savaşçıları, aydın ve askerlerimizi ise tarihin başından bu yana hüküm sürmüş bir melanetin baskına uğramış yılmaz savunucuları olarak gören yaratılmış egemen düşünce ortamı ile düşündüğünüzde, işin aslında pek de karışık olmadığını, her şeyin apaçık ortada olduğunu göreceksiniz. Yalçın DOĞAN'ın 30.Eylül.2011 tarihli köşesinden bir alıntıyla yardım etmeye çalışayım. Mecliste temsil edilen bir siyasal partinin önde gelen isimlerinden biriyle yapılan konuşmadan aktarılan özet, söz konusu partinin Anayasa ile ilgili kırmızı çizgilerini de içeriyor.
  • Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık tanımı değişmeli.
  • Tevhid-i Tedrisat kaldırılmalı.
  • Atatürk İlkeleri Anayasa'dan çıkarılmalı.
  • Kamusal alanda türban serbest bırakılmalı.
  • Yerel yönetimlerin yetkileri artırılmalı.
  • Anayasa'nın değiştirilmez maddeleri kaldırılmalı.
Yukarıda verdiğim maddelerin hangi partiye ait olduğunu sorarsam, sanırım çoğunuz bunun AKP'nin sözde liberal kanadını yansıtan bir memorandumun parçası olduğunu düşünebilir. Gelin görün ki, bir maddesini vermediğim bu liste BDP'ye ait ve dışarıda bıraktığım, Güneydoğu'da Kürtçe, Türkçe ile birlikte ana dil olmalı, maddesi de AKP tarafından kabul görebilecek bir madde. Bütün bunları, iptal edilen Cumhuriyet Bayramı törenleri ile birlikte düşünün, iş ortaya çıkacaktır: kaç tane Yunus vardır belki bilemeyiz ama, bir tane AKP ve BDP var; Batılılar'ın gözünde 1. Süleyman muhteşem olabilir ama benim gözümde birçok iyi şeyin yanında uzun yüzyıllar bizi zorluklara sokan icraatların kimi zaman gönüllü kimi zamansa gönülsüz sorumlusu! Aklınızda olsun!

25 Ağustos 2011

Mantığa Meydan Okuyan Ülke: Türkiye

Çin atasözü, baktın ki başkalarını değiştiremiyorsun kendin değiş, demiş. Ben de bunu, baktın ki, başkalarını haklı olduğuna inandıramıyorsun onların haklı olduğunu kabul et, şeklinde kendime uyarlamaya karar verdim. Ama, yine de düşündüklerimi yazarsam, bir umut, değişmekten yırtabilirim belki. Malum, filozoflar mükemmel olanın değişemeyeceğini söylemiş.

Kendim konusunda pek iddialı değilim ama, halkımızın mükemmelliğine kani olduğumu söylemeliyim; ne de olsa, son 60 küsur yıldır adı değişmekle birlikte aynı zihniyete oy vermekte ve son on yıldır da, 80 yılda ne yapıldı ki, diyerek Cumhuriyet Devrimi'ne olan "yıkılmaz" güvenini açığa vuranlara inancını yinelemekte. Evet, ülkemizde saçma şeyler söyleyip saçma şeyler savunmak çok demokrat olmanın ikinci koşulu. Birinci koşul, neyin caiz olduğuna karar vermek için demokrasimizin Humpty Dumpty'lerini örnek almak.

Humpty Dumpty'lerimize inanacak olursak, ortalama bir vatandaşın okulda kalma uzunluğu 5-6 yıl olan ülkemizde, demokrasiyi iyileştirmenin yolu Anayasa'yı değiştirmekten geçiyor. Bazı illerimizde intihar süsü verilen töre cinayetlerinin astronomik bir şekilde artması, Ramazan nedeniyle zihni açılan halkımızın yönelttiği, cinlerle evlenmek caiz mi, sorusunun sayfalar dolduracak bir saçmalıkla TV'lerimizden yanıtlanması,1 ülkemizin kadınların istihdamı bakımından %21.62 ile 189 ülke arasında 179. sırada olması, ... bütün bunlar, Anayasa'yı değiştirdiğimizin ertesi günü tarihin acımasız kıyma makinesinde yok olacak. Belki, Anayasa'ya eklenecek fay hattının başka yerden geçirilmesi kararı letafetindeki birkaç ileri demokrasi maddesi işi halleder ama...

2011 Seçimleri ve sonrasına dair, bana mantığın ülkemizde artık hüküm sürmediğini düşündüren bazı gözlemlerimi paylaşmaya, Recep Tayyip Erdoğan'ın Bayburt'taki seçim mitinginde söylediği ve Türkiye'deki ana sorunu gayet güzel açıklayan bir veri ile başlayayım. Başbakanımız bu mitingde, CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru sonucunda Bayburt'un milletvekili sayısının bire düşürüldüğünü söyledi. Büyük şehirlerde 150 bin nüfusa bir milletvekili düşerken kendi şehirlerinde 40-50 bin nüfusun bir milletvekili çıkarmaya yetmesini temsilde adaletsizlik olarak görmeyen Bayburtlular'ın alkış ve yuhalamalarıyla karşılanan bu açıklama aslında Anadolu'nun içine düştüğü ekonomik çöküşü simgeliyor. İnanmıyorsanız, Tarhan Erdem'in yaptığı bir seçim öncesi çalışmadan aldığım şu Türkiye haritasına bir göz atın.


Biraz dikkatli bir göz, Anadolu'nun birkaç şehre boşalmakta olduğunu görecektir. Az da olsa nüfus sayım sisteminin değişmesinin de katkıda bulunduğu bu tablonun tek bir açıklaması olabilir: Anadolu'da işler iyi gitmiyor. Yarısından fazlası dört veya daha az sayıda milletvekili çıkaran şehirlerimiz hayaletleşirken, büyük şehirlerin nüfusu patlamakta. İş o kadar kötü ki, Hüseyin Çelik'in İzmir'e örnek olarak gösterdiği Konya iki milletvekili kaybederken, İzmir iki milletvekili kazanıyor. Ülkemizin kara deliği olan İstanbul'un on beş artışla 85 milletvekiline çıkması durumu biraz daha netleştirmekte: Anadolu, sakinlerinin %71'i bir kuruma veya kişiye borçlu ve %71,3 oranında yargıya güvenmediğini söyleyerek yolsuzluğu %2,3 ile sorunlar listesinde son sıraya iten taşı toprağı dert yumağı İstanbul'a boşalıyor.3 Tablo o kadar acı ve net ki, TÜİK'in yaptığı istatistik sihirbazlığı ile %10'un altına inen işsizlik rakamlarının şu ayrıntıları bile Anadolu'yu kandıramıyor: Mayıs 2011 işsizlik anketine göre, işsiz sayısındaki 490 binlik azalışın yarısı tarımdan, yani Anadolu'dan, gelirken, imalat sanayiinde, yani büyük şehirlerde, işsiz sayısı 40 bin artıyor. Anlayacağınız, Anadolu'daki deprem o kadar büyük ki, vatandaşlarımız ata topraklarını bırakıp binalarının %72'si ruhsatsız, kamu binalarının %80'e yakını depreme dayanaksız İstanbul'a geliyor; Kanal İstanbul'daki lüks konutlarda 21. yüzyılı yaşamaya değil!

Beni, deyim yerindeyse çaresiz hissettiren ikinci gözlemimi, uydurma bir senaryo ile anlatayım. Yıl 2011, yer Almanya'nın Protestan ağırlıklı bölgelerinden birinde bir seçim meydanı. Angela Merkel, aşka geliyor ve seçimdeki en büyük rakibinin Katolik olduğunu söyledikten sonra, Papacı birine güvenilemeyeceğini ilan ediveriyor. Daha önceleri Katolikler'e eşit haklar verilmesi için bu mezhebin temsilcileriyle defalarca bir araya gelen Şansölye'nin bu ifadesi, meydandaki binlerce kişi tarafından Katoliklik'e yağdırılan yuhalamalar ile takip ediliyor. Kabus gibi, değil mi? Maalesef, Türkiye için bu senaryo belki eskiden kabustu ama artık gerçek. Çünkü, Başbakanımız miting yaptığı birkaç şehirde, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alevi olduğuna atıfta bulunduktan sonra, nüfusumuzun %30'a yakınını oluşturan bu kitleyi yuhalattı.

Ülkemizin geleceğine ilişkin kaygılarımı artıran üçüncü gözlemim, seçim sonrasında kurulan ustalık kabinesi üyelerinin neredeyse aynı tornadan çıkmış olmaları. Aşağıda listelediğim maddelerden de görülebileceği gibi, bir önceki kabineden bu yana değişen bir şey olmamış.

  1. Nüfusun %50'sini oluşturan kadınlarımız kabinede tek hemcinsleriyle temsil ediliyorlar.
  2. Nüfusun yaklaşık %30'unu oluşturan Alevi vatandaşlarımız kabinede temsil edilmiyor.
  3. Bakanların doğum yerlerine bakıldığında, Ankara'nın batısındaki illerde doğmuş sadece üç bakan olduğu görülüyor. Bunlardan, Bülent Arınç Bursa, Nihat Ergün Kocaeli, Veysel Eroğlu ise Afyonkarahisar doğumlu. Yani, coğrafyamızın batısı neredeyse es geçilmiş.4

Nüfusun büyük bölümlerini dışarıda bırakan böylesine—deyim yerindeyse dışlayıcı, ötekileştirici— bir kabine görevdeyken, önümüzdeki dönemin en popüler sözcüğünün uzlaşı olmayacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Aslında, bunun ilk sinyallerini aldık da. Hapisteki milletvekillerinin durumunun sürüncemede bırakılması, 644 sayılı KHK ile belediye ve meslek yönelimli kurullardaki yetkilerin Ankara'daki hükümete devredilmesi bunlardan sadece iki tanesi.



Kurbağanın, haşlak suya atılması sonrasında can havliyle sıçrayarak kazandan kaçabileceği için, hafifçe ısıtılan bir kazana atılarak yavaş yavaş kaynatılması gerektiği söylenir. Görünen o ki, 24-Ocak Kararları'yla düşük ısıda başlatılıp günümüze kadar artan ısıda sürdürülen Türkiye'yi kaynatma işi, önümüzdeki dönemde de sürecek. Bu bağlamda, yakın zamanlarda konuşacağımız olası "başarı öykülerini" şöyle listeleyebiliriz.

  1. Kumandansız kalan ordumuzun bölgeye "demokrasi" getirmesi: ABD ve İngiltere'den gelen dolduruş haberlerine bakılırsa, Türkiye bölgenin kahyalığına atanmak isteniyor ve bunun için ülke içindeki hazırlıklar tamamlanmışa benziyor. Tabii ki, Batı'nın Çin'i çevreleme politikasının belki de en önemli parçası olan bu görev, modern zamanların Hasan Mutlucan'ı olan Nihat Doğan'ın replikleri ile ayrı bir anlam kazanacak.
  2. Elde kalan devlet bankalarının (Ziraat Bankası, Halkbank, VakıfBank) yasalar değiştirilerek yeni bir özelleştirme dalgasıyla, muhtemelen yabancılara, satılması: Politik ve sosyal riskleri göz önüne aldığımda, söz konusu bankaların hepsinin satılabileceğini düşünmüyorum ama Vakıfbank gidecek gibi gözüküyor.
  3. Sağlık sektörünün yabancılaştırılması: Sağlık turizmi ile başlayan yabancı ilgisi, Türkiye'deki sağlık kurumlarının alınmasına doğru gidecek gibi gözüküyor. Tıpkı, Türkiye'ye turist gönderen acentaların zamanı geldiğinde otellerden ortaklık istemesinde olduğu gibi. Gelişmiş ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin yükünü azaltacak bu tür bir girişim, ülkemizdeki pek çok sağlık kurumunun vatandaşlarımıza, artacak katkı payları nedeniyle, daha kısıtlı bir hizmet sunacağı anlamına geliyor.
  4. Uyutucu ve uyuşturucu sektörlerin biçimlendirilmesi: Futbol liglerine yapılan operasyonun ardından başlayan ve yıllar süreceğe benzeyen "hukuki" süreç, sporda da önemli noktalara atamaların Ankara'dan yapılacağını gösteriyor. Bence bunun ilk örneğini, Aziz Yıldırım'ın yerini dolduracak kişinin seçiminde göreceğiz. Benim en güçlü adayım, bir yıl civarında bir geçiş dönemi ve Ali Koç gibi bir geçici başkanın ardından, Murat Ülker. Bu konudaki kuşkumu güçlendiren bilgi, Sözcü gazetesinin iki hafta kadar önceki bir sayısında, Başbakan'ın Aziz Yıldırım'a söylediği ve tapelerde bulunduğu savlanıp henüz tekzip edilmemiş olan şu cümle: Aziz Bey, hangi adayın başkan seçilmesini sağlayalım?

    Ülker Holding'in adı, medya içindeki yeni oluşumlarda da geçiyor. Söylenen, Ülker Holding'in Aydın Doğan'ın elindeki artık medya kuruluşlarını bir Amerikan şirketi ile birlikte satın alacağı.
  5. Bağımsız, özerk ve yarı özerk kuruluşların bakanlıklara bağlanması: Yalancıktan da olsa Arap ülkelerinin özgürleşip demokratikleşmesinden bahsedilen şu sıralarda Türkiye'nin Baaslaşmasına neden olacak bu değişim üniversite, YÖK ve yargı harekâtlarıyla başlamıştı. Sıra, koruma kurulları ve BBDK, BTK, EPDK, RTÜK gibi özerk kuruluşların ilişkin bir bakanlığa bağlanıp hükümetin emrine girmesinde.

Yine çok kötümserim, değil mi? Aslında, arasıra iyimser olunabileceğini de düşünmüyor değilim. Mesela geçenlerde, birbirinden güzel kızların voleybolda Dünya Şampiyonu olması süper mutlu etti beni. Ama, Mısırlı kızlardan uluslararası federasyondan özel izin alınarak türban ve uzun giysilerle oynayanını gördüğümde, burada da olur mu, diye sormadan edemedim. Ne de olsa, ülkemizde antrenmandan çıkmış voleybolcu kızların şortla otobüse binip kaykılarak oturması yasak ve bu yasağa uymayanlar herkesin gözü önünde tartaklanarak cezalandırılır.

İyimser olmaya gayret gösterip de kendi kendime, ustalık dönemi kötü başladı ama iyi devam etmesi için hiç mi umut yok, diye sorduğumda, pek muhterem basınımız ve mutluyum diyenlerin oranının %70-80'lerde dolaştığı halkımızın benden ne kadar farklı bir ülkede olduğunu gördüğümde işin daha da kötüye gideceğini düşünmeden edemiyorum. Alın size, 12 Eylül Referandumu öncesinde de çok ciddi boyutlarda olduğu halde ancak seçim sonrasında dillendirilmeye başlanan cari açık kaygısını. Daha 6-7 ay öncesine kadar dolar ve TL'nin eşitlenme ihtimalinden Türkiye'nin gücüne vurgu yaparak bahseden kimi milletvekilliği beklentisi içindeki ekonomist-gazeteciler, seçimin sonrasında ihracatçıyı hatırladılar ve dövizdeki önlenilmez artışın cari açığa olumlu katkılarından bahseder oldular. Alın size, balkon konuşmasında geçen "Bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır..." ifadesinde, komşularla sıfır(?) sorun politikasının felsefi ruhunu arayanların, iki ay bile geçmeden Beşar Esad'ı yönetimi bırakmaya davet etmelerini. Alın size, bir belediye otobüsünde, belediyenin çıkardığı aylık dergiyi okuduğumu görerek bana yaklaşması üzerine tanıştığım, ilkel yöntemlerle maden çıkarma, HES ve nükleer enerji santralı taraftarı, çevreci düşmanı, İvrindili polis memuru İbrahim'in, hükümetimiz bilmeyecek de protestocular mı bilecek demesini.

Anlayacağınız, bendeniz şu aralar %80'lik bir yüzdeyle yurtdışına kaçmak isteyen öğrenci milletine kızmaktan vazgeçtim. Ne de olsa, işi mantığına uydurmak için, ilkokul çocuklarının iffetlerini korumayı bir metrekarelik beze emanet eden bir ülkeyi, kadınlarına Fransa'dan 10 yıl önce seçme seçilme hakkı veren ülkeye; Avrupa Birliği kapısında bekletilmeyi kendi emellerine erişmek için altyapıyı hazırlamakta kullanan politikacıları, Cemiyet-i Akvam'a davet edilen bir devletin kurucularına tercih eden insanlara aydın denilen yere aydınlık gelmez.


  1. Yanıtı merak etmişsinizdir, söyleyeyim de içiniz rahat etsin: cinle evlenenler görülmüş olmakla birlikte, dinimizce bu tür bir sözleşme aktetmek caiz değil. Çağları karıştırmamanız için zamanı da not düşeyim: Ağustos 2011!
  2. Cumhuriyet kazanımlarının altının çok fazla oyulmamış olduğu 1955 yılında bu rakam %72.
  3. Bu sonuçları veren anketin ayrıntıları için buraya bakabilirsiniz.
  4. Ayrıntılı bilgi için, buraya bakabilirsiniz.

21 Mayıs 2011

İzmir Belediyesi'nin Suçu Ne?

30 yıl önce bana rakibimin zeki mi, aptal mı olmasını istersin diye sorsalardı, test sınavlarına alışmış bir Türk çocuğu olarak, tabii ki aptal olsun derdim. Ancak zamanla, cehaletle karılıp çoğunluğun kendini ifade ediş biçimi olarak sunulduğunda aptallığın, mücadelesi zor, çok gaddar bir silah olabileceğini anladım ve rakibimin/düşmanımın en az benim kadar zeki olmasını ister oldum. Zira, evrimin görünmez çarkları aptallık memini ödüllendirmeye başladığında, öngörülemezliğin sonucu olarak beliren tablo, toplumun vicdan sahibi bireylerden oluştuğunu ve ilişkilerin/kuralların mantık çerçevesinde tanımlanması gerektiğini düşünen insanlara çaresizlik ve öfkeden başka bir şey vermiyor. İşte, geçenlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ikisi İzmir biri Aydın'da üç ilçe belediyesine yapılan baskından sonra bir İzmirli olarak duygularımı sanırım en güzel bu infial açıklıyor.

Elbette ki, tadilatlarla neredeyse her gün değiştirilen imar planlarının kentleşmenin olmazsa olmazı olarak kabul edildiği bir ortamda, Türkiye'ye geçmişten gelen büyüklüğünü hatırlatmak savındaki bir iktidarın gözde başkanlarından Melih GÖKÇEK'in, AB'ye üye adaylığına kabulü gündüz vakti havai fişeklerle kutlaması veya 17 yıldır başında bulunup devraldığındaki uzunluğuna tek bir santim bile eklemediği metro inşaatını törenle hükümete devretmesi başarı olarak addedilebilir. Elbette ki, Michigan Üniversitesi'nde iki hoca, üç-beş tane yüksek lisans öğrencisi tarafından hazırlanan Kanal İstanbul Projesi'nin dahiyane bir fikir olarak alkışlandığı bu ortamda, devlet kurumlarının elinden çekilerek alınan arsaların özel imar düzenlemeleri ile özel sektöre peşkeş çekilmesi büyük birer başarıdır. Elbette ki, ... Yeter ki, aptal olun veya sizden beklenen aptal rolünü iyi oynayın!

Neyse, yazımızın konusu olan İzmir Belediyesi'ne dönelim. İşin kökleri aslında 2004'deki yerel seçimlerde ortaya çıkan sonuçlara dayanıyor. 2002 Genel Seçimleri ile 2004 Yerel Seçimleri arasında pek fazla baskılanmayan İzmir'deki yerel yönetimler, CHP'nin kazandığı seçimler sonrasında deyim yerindeyse Ankara'nın gadrine uğruyor. Ne var ki, bu gerçek yerel algı yaratma makineleri tarafından, Ahmet PRİŞTİNA'nın ölümüyle başkanlığın Aziz KOCAOĞLU'na geçmesi sonrasında, Aziz Bey'in Ankara ile ilişkileri Ahmet Bey kadar iyi kuramaması şeklinde yorumlanıyor. Bu tarihten sonra, İstanbul ve Ankara için bir-iki tane olan bakanlık bürokratlarınca açılan dava sayısı, İzmir için yılda yüzlerle ölçülür hale geliyor.1 Bir örnek vererek bu davaların ne niyetlerle açıldığı kararını size bırakayım. Bilenleriniz bilir, İzmirliler özellikle hafta sonları sahil boyunca yürür ve keselerinin el verdiği ölçüde bir kafede, birahanede veya balık restoranında bir şeyler yiyerek/içerek denizin keyfini çıkarmaya çalışır. 1999 yılında inşa edilen Pasaport tarafındaki seyir terasları da daha çok dar gelirlilere hitap eden bu yerlerden birisidir ve yerel seçim yenilgisi sonrasında Bayındırlık İl Müdürlüğü'nce 2004 yılında—AKP'nin iktidara geldiği 2002'de değil!—açılan davaya kadar sorun olmamıştır. Değişik bakanlıkların bürokratları tarafından defaatle açılan davalar sonrasında çıkan yıkım kararları, 750 milyon $'lık Vakıfbank kredisi sayesinde AKP'ye yakınlığı ile bilenen Çalık Grubu'nca satın alınan Yeni Asır'da kimi zaman, Belediye seyir teraslarını yıkacak, şeklinde duyurulur. Amacın ne olduğunu siz anlayın. Haa, bu arada, yedi yıl geçmesine rağmen henüz bir yıkım yok.

Dedim ya, hem olanları anlamanız hem de aynı zamanda dinginliğinizi koruyabilmeniz mümkün değil; en iyisi bireylik iddiasını bırakıp aptalı oynamak. Ama insan yine de sormadan edemiyor: Ankara'da üzerinden enerji nakil hattı geçen bir AVM'nin inşa edilmesi, İstanbul'da Yıldız Üniversitesi'nin elinden alınarak yok pahasına "başarılı bir girişimciye" satıldıktan sonra imar tadilatıyla yapılan yoğunluk artırımı birer hizmet olarak algılanırken, adaletin çarkları nasıl oluyor da İzmir'de dönmeye başlıyor? Cevabı çok basit olan bu soruyu, Ockham'ın usturasıyla beynimi doğradıktan sonra aptallara yaraşır bir şekilde karmaşıklaştırarak yanıtlayayım. Birinci sebep: İzmir Büyükşehir Belediyesi 2011 başı itibariyle bünyesindeki taşeron işçi sayısını sıfırladı. Bunu yaparken de, özel sektörün her şeyi daha verimli yapacağı varsayımı ile özendirilen taşeronluğun vicdan sahibi herkesi isyan ettiren çirkin yüzünü ortaya çıkararak bir çok "girişimciyi" de telaşlandırdı. Çünkü, taşeron işçileri toplu sözleşme hakkı olan belediye işçileri yapma noktasında sağlanan %30'luk maaş artışı sonrasında bile, belediyenin taşeron şirkete ödediğinden fazla ödemesi gerekmiyordu. İnsan, 2009 seçimleri öncesinde aylardır maaş alamayan İstanbul'daki işçilerin haber bültenlerinde pek yer bulmayan gösterilerini hatırlamadan edemiyor.2

İkinci sebep ise, Aziz KOCAOĞLU'nun İzmir halkı indindeki imajını zedelemek ve mahkemelerce alınan gizlilik kararı ile seçim arifesinde karanlığa gömülecek tartışma ortamında bundan yararlanmak. Ancak, olayların başlangıcında belediye binası önünde kendiliğinden toplanan binlerce kişilik kalabalık bunun geri teptiğini gösteriyor. Yandaş basının yaptığı yayınlar sayesinde yavaş yavaş ortaya çıkan atılı suçların içeriğine bakıldığında da, insan Ankara ve İstanbul'daki belediye başkanlarının neden hala yerlerinde oturduğunu sormadan edemiyor. Bu yayınlara bakılacak olursa, 300.000 €'luk seçenek varken yerel seçimler öncesinde apar topar ve ihalesiz bir şekilde alınan [yokuş çıkamayan] 1.200.000 €'luk metrobüslerin alımı takdire şayan bir hizmet iken, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin İzmir'in kırsal kesimindeki bir üretici kooperatifinden destekleme alımı yaparak okullardaki öğrencilere süt dağıtması büyük bir suç oluşturuyor. Tabii standart bu şekilde konulunca, Bayındır'daki bir diğer üretici kooperatifinden alınan ve kent merkezindeki meydanları süsleyen çiçekler de bir insanlık suçu oluyor. Uygulanması gereken yöntem, bilmeyenleriniz için söyleyeyim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yaptığı gibi, milyonlarca €'yu Avrupalı kardeşlerimize aktararak Hollanda'yı zengin etmek.3

Bir diğer suç var ki, insana, devletin kontrolörleri yıllardır İzmir Belediyesi'nden çıkmadı, bula bula bunu mu buldu, dedirtiyor. Atılı suç, ilçe belediyelerden birinin hizmet binasına eklenen batar katın yapımında müteahhite ödenen fazla para nedeniyle halkın parasını çarçur etmek. Çarçur edilen para ise batar katın alanı ile yapıldığı iddia edilen ödemenin temel aldığı alan arasındaki 15 santimetrelik—evet, yanlış okumadınız, on beş santimetre—uzunluk farkından kaynaklanıyor. 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri bağlamında opera ve konser salonu bulunmayan İstanbul'a "harcanan" bir milyar € civarındaki para henüz hatırlardayken, bunun ortaya atılması İzmir'e değil Türkiye'deki tüm aklı başındaki insanlara hakarettir. Ama, durun bitmedi; suçun ortağı olan müteahhit, 15 cm farktan kaynaklanan fazla ödemenin kendisi tarafından iade edildiğini belgeleriyle birlikte basına açıkladı.

Garip ülkedeyiz anlayacağınız. Gün geliyor, Melih GÖKÇEK ülkenin en saygın üniversitelerinden biri olan ODTÜ'yü, pek çoğu kendi zamanında yapılmış olan binaları ruhsatsız olmaları nedeniyle yıkmakla tehdit ediyor;4 gün geliyor, İstanbul'da kentsel dönüşüm denilerek binlerce kişi evlerinden ediliyor ve söz konusu yerler başkalarına satılıyor. Ve birileri çıkmış size, var olmayan suçlardan dolayı İzmir Belediyesi'ne kuşkuyla bakmanızı söylüyor. Amaç, mümkünse basında değilse kahvelerde, asılsız argümanlar üzerine kurulan yapay bir gündem yaratarak kafaları bulandırmak. Yandaş gazetelerde işin vehametini aktarmak için verilen bir bilgiye atıfta bulunarak yanıtlayayım: beş yılda yapılan izleme ve dinlemeler sonucunda çıka çıka bu mu çıktı?5 Aziz KOCAOĞLU'na olan güvenimi tazelediğiniz için teşekkürler!

  1. Tesadüfe bakın, benzer bir artış 2009 yılından itibaren Adana ve Antalya'da da ortaya çıkıyor.
  2. İzmir'deki ilçe belediyelerinde taşeronlaşma çok azaltılmış olmakla birlikte henüz sıfırlanmış değil. Dolayısıyla, İstanbul'da yaşananın bir benzerinin şu sıralar Konak Belediyesi'nde de yaşanıyor olması insanı şaşırtmıyor. İnsanı şaşırtan, basının ve AKP'nin bunu (ve taşeronlaşmanın hazin sonuçlarını) işleyemiyor olması.
  3. Şu tesadüfe bakın ki, yerel seçimler öncesinde, Hollanda aşkı dinmiş olsa gerek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de söz konusu üretici kooperatifinden alım yaparak aynı suçu işledi. Bu arada, Bayındır'da belediye seçimleri yapılan karşılıklı itirazların sonrasında birkaç oy farkla AKP'nin oldu.
  4. Yaygın bir iddiaya göre Melih GÖKÇEK bunu, hakkında açılan davalarda bilirkişi raporlarını ODTÜ yerine Gazi Üniversitesi'nden hocalara yazdırma ortamını yaratmak için yapmış. Aramızda husumet var, bilirkişiyi değiştirin hesabı, anlayacağınız. Bu arada, ruhsatsız binalardan söz etmişken, Kadir TOPBAŞ sel felaketi sonrasında yıkacağını söylediği nehir yatağındaki kuzenlerine ait tatlı imalathanesini yıktı mı?
  5. Bu bana Kenan EVREN'in, olgunlaşsın diye bir yıl daha bekledik, demesini hatırlattı. Yandaş basının okurlarını işin ne kadar vahim olduğuna inandırmak için yaptığı bir abartı gibi gelen bu bilgi, insanın, beş yıl suçlar artsın olgunlaşsın diye mi beklediniz, diye sormasına neden oluyor.

07 Mayıs 2011

2023 Vizyonu... Bu Profesyonellerle mi?

Seçim atmosferi bazılarımızı oksijensiz bırakmış olsa gerek, ortalığı uçuk kaçık projeler bastı ve AB, Kıbrıs, Kuzey Irak gibi dış sorunlarla işsizlik, ÖSYM'nin bitmek bilmeyen skandalları, terör, İnternet'e sansür, günlük siyasi ihtiyaçları karşılamak için orasından burasından çekiştirile çekiştirile paçavraya dönen adalet mekanizmalarını tartışmak varken, İstanbul'un nüfusunu 20+ milyona çıkaracak bir projeyi tartışır olduk. Ben de bu yazıda, Türkiye'nin profesyonel geçinen kesiminin hali ortadayken, 25.000 $'lık kişi başına gelirle özetlenebilecek hayal ticaretinin içi boş algılar yaratmaktan öteye geçmeyeceğini anlatmaya çalışacağım.1

Ama ilk önce, 2023 Vizyonu'nun yıldızı olan Kanal İstanbul procesinin benzerlerinin nerelerde gerçekleştirilmeye çalışıldığına şöyle bir bakalım. Benim kısa sürede sağda solda okuduklarımdan edindiğim izlenim, böylesine procelerin ülkelerin büyüklüklerinden ziyade liderlerin megalomanlığıyla doğru orantılı olduğu yolunda. Vereceğim örneklerden ne demek istediğimi anlarsınız umarım. İlk örnek, Yalçın DOĞAN'ın bir televizyon programında verdiği Bükreş'e devasa bir göl ile deniz getirme procesi. Romanya'nın sosyalist diktatörü CAVUŞESKU tarafından başlatılan bu proce, diktatörün yıkılması sonrasında durdurulmuş. Şimdilerde ise, Rumenler açılan deliği kapatmak için finansman arıyorlarmış. İkinci örneğim, Mustafa BALBAY'ın 6-Mayıs-2011 tarihli yazısından. İlgili kısmı aynen aşağıya alıyorum. Bilmeyenler için söyleyeyim, öykümüzün kahramanı Ferdinand MARCOS zamanının Filipinler diktatörüydü ve aşırı müsrif olan karısı İmelda MARCOS da binlerce çiftten oluşan ayakkabı kolleksiyonu ile ünlüydü.
... ülkenin kuzeyine giderken büyük bir otoyoldan geçtik. Boguio o kadar büyük bir kent olmadığı halde otobanın çok büyük olmasını şöyle anlattılar.
Orada Marcos'un bir dağı var. Koca bir dağı var. Koca bir dağı kendi üstüne geçirdi. Bir de büyük otoyol projesiyle başkente bağladı.
Neyse, asıl konuya dönelim. Argümanımın temel dayanağı, ülkemizdeki düşünce ikliminin meslek sahibi profesyoneller yerine iş takipçisi ve güce tapan, değişken kıbleli gukiler (gölgesi uzun küçük insanlar) üretmesidir. Çok önemli olduğunu düşündüğüm istatistik cemaatinden başlayayım. Malum, insanoğlunu diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik, sınırlı kaynaklarını en değerli serveti olan beynini verimli bir biçimde kullanarak ve paydaşlarıyla birlikte yaptığı planlama ile hedeflerine ulaşmaya çalışmasıdır. Tarih öncesi insanlarının mamutları uçurum kenarına çekip düşürerek gıda gereksinimlerini karşılamayı düşünmesi ile 21.yüzyılda şirketlerin üretim/kâr hedefleri koyması bu açıdan ele alındığında aslında aynı şeydir.2 İş böyle olunca, planlamaya girdi sağlayan istatistiksel veri toplama da en az planlama kadar önemli oluyor. İstatistikleri iyi olmayan ülkeler yatırımcı cezbedemiyor, çarpıtarak elde edenler ise bir türlü gerçek yatırımcıyı çekemiyor. İşte, tam bu noktada Türkiye adeta yıldızlaşıyor. Örnek mi istiyorsunuz, alın size işsizlik rakamlarının hesaplanması. Gerçek veriler yerine anketle elde edilmesi yetmiyormuş gibi, anketin oluşturuluşu ve sonuçlarının yorumlanması bu ülkede istatistikçi yok mu diye sordurmanın yanısıra meslek ahlâkı kalmadı mı diye isyan ettiriyor. Ülkemizin istatistik kurumu olan TÜİK'in bir yıl kadar önce yaptığı bir değişiklik ile bir kişinin işsiz sayılması için, iş bulmaktan umudunu kesmemesi gerekliliğine ek olarak son bir ay içinde bir saatten az çalışması gerekiyor. Bir diğer deyişle, anketöre iş bulmaktan umudumu kestim diyecek olursanız, ne mutlu size, işsiz değilsiniz; son bir ay içinde bir saat—önceden bu sınır bir gündü—veya daha fazla calışıp gelir elde ettiyseniz, hadi ordan kabul edin, siz de iş sahibi mutlu bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız diyerek kesip atıyor TÜİK.

İş, istatistiklerin yayınlanması ile daha bir sinir bozucu hal alıyor. Çünkü, gazeteci-ekonomi uzmanı/hocası ikilisinin performansı TÜİK'in performansını aratmıyor. Mesela, gazetecinin, ay kız biz çok büyüdük de mi, demesi üzerine ekonomist arkadaş alıyor sazı eline ve döktürüyor. İspanya'da işsizlik %21 imiş de, Türkiye krizde Avrupa ülkelerinden ayrışmış da... Nedense, yorumda istatistiğin elde edilişine, Avrupa'da %70 civarında olan işgücüne katılım oranının Türkiye'de %48.4 oluşuna, kendi veya başkasının tarlasında ırgat olarak çalışan ve sefalet içinde yaşayan %25'lik köylü nüfusuna hiç sıra gelmiyor. Gün gelir, AKP'den milletvekilliği adaylığı beklemediğini listelerin ilan edildiği gün açıklayabilen Yiğit BULUT'un sıfır uluslararası bilimsel makalesi bulunan ekonomistlere yönelttiği ısmarlama sorular yerine elbette birileri zor soruları da sorar diyorsunuz ama olmuyor işte. Çünkü, holdingin madencilik sektöründeki şirketinin sebep olduğu iş kazalarının ve gazete-tv satın alınırken kullanılan 750 milyon $'lık kredilerin geçiştirilmesi ancak Gazi ERÇEL gibi Merkez Bankası müdürü iken manipülasyon yapanların Sabah gazetesinde yazı yazmasıyla, Haber Türk kanalında yorum yapmasıyla örtülebiliyor.3

İş böyle olunca, hukuka inancını yitirmemiş biri olarak belki yüzünüzü yargıya dönebilirsiniz. Ancak, dikkat edin, gözünüz kamaşmasın. Çünkü, Cumhurbaşkanı'nın kaç yıl makamında kalacağı konusunda uzlaşamamakla4 uygarlık tarihinde bir ilke imza atan yargımız, bir muhasebecinin önderliğinde Anayasa Mahkemesi'ni temyiz mahkemesine çevirmekle meşgul. Eldeki kanıtlara dayanarak değil, kanıt elde etmek ve yaratmak için yapılan baskınlarmış, sanık avukatlarının müvekkilleri aleyhindeki kanıtları görememeleriymiş bunlar hepsi boş şeyler. Varsa yoksa, AİHM'de rekortmen olan ülkemizin dava sayısını azaltmak için Anayasa Mahkemesi'ni bir Engizisyon'a çevirmek ve AİHM süzgecini ortadan kaldırmak. Ha, bir de ülkemizi Taliban ile aynı sınıfa sokan heykel yıkılmasına yürütmeyi durdurma kararı veren yargıcı atamayla cezalandırırken, yürütmeyi durdurma kararını alelacele kaldıran yargıcı ödüllendirmek.5

Korkmayın, aslan üniversitelerimiz, geleceğin Türkiye'sini şekillendirecek gençlerimizi şekillendiren hocalarımız var diyorsanız, bakkaldan kolay açılan üniversiteler ve her yıl artan kontenjanlara ses çıkaramayan hocalarımızın din adamları ve tarikat liderleriyle evrim kuramını tartışmakla meşgul olduğunu ve Dünya'nın düz mü yuvarlık mı olduğunu tartışmaya hazırlandığını söylesem durumu anlarsınız herhalde. Doğrunun yanlışa, mantığın safsataya üstünlüğünü Batı'nın zulmü olarak gören pek çok biyoloji, jeoloji, vb. dallardaki demokrat hocalarımız, sonunda bilime de demokrasiyi sokmuş ve Adem'in 30 metre olduğunu, eski insanların bilgisayar kullandığını, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Çanakkale'de savaşmadığını göstererek Cumhuriyet Devrimi'nin aslında pis bir komplo olduğunu ispatlamakta ve bilimden yanlışlanabilirlik ve nesnelliği çıkararak bir inkilap—lütfen kullandığım sözcüklerin noktalarına dokunmayın!—yapmaktalar.6 Dolayısıyla, embriyonik kök hücre çalışmalarının 2004 yılında düzenleme yapılana kadar durdurulsun denerek yasaklanması, ÖSYM'deki kepazelikler zinciri, kadın teninin tecavüzü haklı kılan bir tahrik unsuru olduğunu savunan hocalar veya İnternet'teki sansüre karşı savaşmak size düşüyor, onlara değil.

Son bir umut olarak sanata ve sanatçıların gönül gözüne güveniyorsanız, Dolmabahce'deki toplantıya çağrılan Hülya AVŞAR, İbrahim TATLISES, Seda SAYAN gibi kişilerden kaçının sanatçı—yani, yaratıcı7— sıfatını hak ettiğini düşünün derim. Bir de, bu toplantıya Fazıl SAY gibi evrensel yeteneklerin çağrılmadığını buna ekleyin. Elde var, hüzün değil mi? O zaman, hüznünüzü kahıra çevirmeme izin verin de size tiyatrodaki sakız şovuyla başlayan türban harekatını ve Kültür Bakanı'mızın bu saygısızlığı tiyatro sanatçısı Tolga TUNCER'i maaş cezasıyla cezalandırarak kapattığını hatırlatayım.

İşin özeti, Türkiye yine gerçek gündemini tartışmıyor. 3G teknolojisine 4G teknolojisinin denenmeye başladığı tarihlerde 112. sırada geçen, Avrupa'nın yarısı olan İnternet erişim hızıyla dünya 59'uncusu bulunan, sansürde adı Çin, İran, Kuzey Kore ile anılan ülkemizde durumun 12-Ağustos-2011'de yürürlüğe girecek filtre ile daha da kötüleşeceği gün gibi ortadayken; mahkemeler hak aranan yerler olmaktan çıkıp karşıt görüşlerin cezalandırıldığı, toplum düşmanı kişi ve görüşlerin zaman aşımı gerekçesiyle salındığı yerler haline dönmüşken; bilimselliğin bir kaygı olmadığı öğrenim kurumlarında öğrenim değil talim-terbiye veriliyorken; ülkemiz demokratikleşme kisvesiyle gözümüzün önünde bölünüyorken; vergi listelerinde adı bile olmayan bir gukinin Kanal İstanbul'a 30 milyar $ vermesini televizyonlara taşıyıp bunu tartışmak olsa olsa CAVUŞESKU ve MARCOS'a geç kalmış bir saygı duruşudur.


  1. Bu noktada, Osman ALTUĞ'un önerdiği çok basit bir makullük testi var: 25.000 $'lık kişi başına gelirle, dört kişilik bir ailenin yıllık geliri 100.000 $'a ulaşıyor. Diğer bir deyişle, dört kişilik ortalama Türk ailesinin evine ayda 8.333 $ girmesi gerekir. Bu size makul geliyor mu? Yok, aslında o rakam satın alma gücünü gösteriyor, asıl rakam daha düşük diyorsanız size katılırım. Ama, sizin de benimle birlikte yetkililere, bizimle dalga geçmeyin demenizi beklerim. Çünkü, yurtdışına giden ya da İnternet'ten alışveriş yapan yurttaşlarımız diğer ülke vatandaşlarından daha az para ödemiyor. Küreselleşmeden bu kadar çok konuşup Türk insanını kendi evine hapsetmek ne kadar tutarlı olabilir ki?
  2. Türkiye'nin en uzun yüksek büyüme döneminin planlamalı ekonomi politikalarının izlendiği 1960'larda olması boşuna değil.
  3. Tümcenin uzunluğu için özür dilerim. Ancak, başka hangi gelişmiş ülkede böylesine vahim bulgular bir arada bulunabilir ve hangi ülkenin kamuoyu bu kadar uzun süre bunu göz ardı edebilir? Siyasi iktidar, yandaşlarına gazete-tv satın alması için devlet bankası (ve yurtdışından) kredi bulacak, maden kazasında dokuz madencinin üstüne koskoca dağ çökecek ve bunlar neredeyse haber kanallarının bültenlerinde geçiştirilecek, olur mu böyle şey? Bunun içine görevini kötüye kullanarak spekülasyon yapıp 10 ay hapis yiyen Merkez Bankası müdürünü ve jöleli basını da katarsanız tabii ki olur. Olanın adına da ileri demokrasi denir.
  4. Dünyada bir benzeri var mı acaba? İktidar partisi milletvekillerine soruluyor: Cumhurbaşkanı'nın görev süresi kaç yıl? Abdullah GÜL sempatizanı olanlar 7, R. Tayyip ERDOĞAN taraftarı olanlar 5 derken kimileri, önemli değil zamanı geldiğinde karar veririz, diyor. Hukukçular arasında da, maalesef, benzer bir uzlaşı eksikliği var. Benim görüşüm, böylesine bir belirsizlik ve ciddiyetsizlik kabile devletlerinde bile olmaz!
  5. Bir sonraki adım, bu kadarı da olur mu demeyin, Ferhat SARIKAYA'nın Deniz Feneri davasının başına getirilmesidir gibi geliyor bana.
  6. Size gerçeküstü gelebilir ama verdiğim örneklerin hepsi doğru ve kimi zaman akademik titr taşıyan kişiler tarafından savunuluyor. Bu palavraların bir çeşitlemesi için, Turgut ÖZAKMAN'ın yazdığı Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar kitabını okumanızı ve çocuklarınıza okutmanızı öneririm.
  7. Sanayi ile aynı kökten gelen sanat, Arapça'da yaratmak, üretmek anlamına geliyor.

23 Nisan 2011

İzmir'in Milletvekili Adayları-2

Ertuğrul GÜNAY ve Binali YILDIRIM'ın adaylıklarına değindiğim yazının devamında, ülke barajını aşacak gibi görünen üç partinin seçilebilecek sıralardaki İzmir adaylarına göz atacağım. Hemen yaşadığım hayal kırıklıkları ile başlayayım. Öncelikle, kadın adayları kabul etmeye en yatkın illerden biri olmasına karşın, görünen o ki, İzmir'in 26 milletvekilindan sadece 6-7 tanesi kadın olacak. Durum o kadar vahim ki, seçilebilir iki kadın adayı da 4. sırada bulunan AKP için, Meclis'e kadın milletvekili göndermeme durumu bile söz konusu olabilir. AKP ve MHP için bu nokta pek yadırgatıcı olmasa da CHP için aynı şeyi söylemek olanaklı değil.

Kadınların parti listelerindeki durumu
AKPCHPMHP
Aday sayısı 5 6 5
Seçilebilir konumdakiler 0-2 3-4 1-2

Yukarıdaki tabloyu AKP açısından aşırı olumsuz bulanlarınız şu noktaları dikkate alırsa bana hak vereceklerdir.

  • AKP'nin 2009'daki İl Genel Meclisi Seçimi'nde %29 olan oy oranı, bu yılın Mart ayında yapılan yerel bir ankete göre %25 civarlarına düşmüş gözüküyor. YGS skandalında sergilenen kayıtsızlık ve küstahlık, bu oy oranını daha da düşürecektir.
  • 2009 Yerel Seçimleri'ndeki "sahilde yaşayan nüfusa erişmek ve onların kaygılarını ortadan kaldırmak" niyetiyle köpek maması dağıtılması benzeri yaratıcı propaganda çalışmaları bu seçimde de sürüyor. Bunlardan bir tanesini biraz sonra size aktaracağım.
  • Bazı TV kanalları ve gazetelerdeki kötü niyetli yayınların tersine, dürüstlüğüne yerel seçimlerdeki AKP'li rakibi Taha AKSOY'un bile güvendiği İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz KOCAOĞLU, başarılı bir yönetim sergiliyor. Aslında bunu, söz konusu basın-yayın kuruluşlarında yapılan "AKP'liler de Aziz KOCAOĞLU'na oy veriyor" şeklindeki anket yorumlarından da anlayabilirsiniz. İkna olmadıysanız size İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin kredi notuna dair İhlas Haber Ajansı'nın sitesindeki şu haberi okumanızı tavsiye ederim.1
  • Geçmiş dönemlerdeki il yönetimleri ve AKP milletvekillerinin İzmir'e hizmet konusundaki performansı pek de iç açıcı değil.2 Geçmişte İl Başkanlığı yapmış üç kişiden birisinin listeye girememesi, bir diğerinin kazanma şansı düşük 5. sıradan aday gösterilmesi ve dokuz milletvekilinden sadece ikisinin yeniden aday gösterilmesi bunun Ankara'dan da görüldüğünün işareti.
  • BDP'nin her iki seçim bölgesinde de adayı var. Bu, AKP'nin daha yüksek oy oranına sahip olduğu Kürt kökenli İzmirliler'in oyunu BDP ile paylaşmak zorunda kalacağı anlamına gelir.

İkinci hayal kırıklığım, AKP içinde başlatılıp prematüre bir biçimde basına sız(dırıl)an "35 Sarışın Kadın" projesi. AKP İzmir İl Başkanı tarafından "İzmirli kadınların yaşam biçimlerine dair kaygılarını doğrudan Tayyip ERDOĞAN'a sormaları" şeklinde tanımlanan bu Güzin Abla projesi, ortalığa saçıldıktan sonra kurumsal olmadığı söylenerek yürürlükten kaldırıldı. Bence, onlarca kişinin katili Hizbullahçılar'ın neredeyse savunulduğu bir düşünsel iklimde, İzmir'i ve İzmir gibi olan pek çok yeri hafife alan böylesine bir Zihni SİNİR procesinin fikir babası mucitlerin sıkı bir psikanalize tabii tutulması gerekli.

Neyse, listelere geçelim. AKP listesine baktığımda, Tayyip ERDOĞAN 'ın 4 milyonluk İzmir'den bakan olabilecek nitelikte aday bulamamasını anlayamasam da, bakanları neden İzmir'e taşımayı yeğlediğini daha iyi anladım: maalesef, akademisyen Mehmet TEKELİOĞLU dışında bakanlık görevini taşıyabilecek bir aday yok. Yerel algı yaratma makineleri tarafından listenin ithal bakanlardan sonraki ağır topu olarak lanse edilen İlknur DENİZLİ, 2009 Yerel Seçimleri'nde Aziz KOCAOĞLU'nun ekibinde çalışmış ve Milliyet Ege yazarı Hamdi TÜRKMEN tarafından kaleme alınan şu haberi okuduğunuzda kendisinin bir Aziz KOCAOĞLU hayranı olduğunu düşünebilirsiniz. Ayrıca, bir diğer habere göre de—bunun dillendirildiğini çok iyi hatırlıyorum—İlknur Hanım'ın adı aynı seçimde CHP'nin Konak ilçesi belediye başkanı adaylığı için geçi(rili)yormuş.3 Anlayacağınız, iki yılda çok şeyler değişmiş ve İlknur Hanım şansını bu sefer AKP'de denemek istemiş.

Diğer adaylardan ikisi, İzmir'de yaşayanların tanıdığı isimler olan Aydın ŞENGÜL ve Nesrin ULEMA. Teşkilatın desteğini alan Eski İl Başkanı ve Kadın Kolları Başkanı olan bu adaylara itiraz etmek, sanırım, pek haklı bir yaklaşım olmaz. Ancak, Şehir Planlamacısı olan Aydın ŞENGÜL'ün Hürriyet'in 10-Haziran-2009 günlü haberine göre mesleğini icra noktasında bazen zaafa düşmesi söz konusu olabiliyor galiba.

CHP'nin listesine gelince... Tümü yüksek tahsillilerden oluşan ve seçilebilir konumlarda üç akademisyen barındıran listenin ilk sıralarına bakıldığında, Alaattin YÜKSEL dışında, İzmir'den çok Ankara'daymışız izlenimi edindim nedense. Ege Üniversitesi'nde okuyup meslek hayatına İzmir'de atılan Mustafa BALBAY'ın kişiliği, halen İzmir milletvekili olan akademisyen-ekonomist Oğuz OYAN'ın varlığı ve İzmir'in tanıdık yüzlerinden ve halen milletvekili olan Mehmet Ali SUSAM'ın Ankara doğumlu olması durumu biraz kurtarıyor. Ancak, yine de Ali TEZEL gibi birikimini tüm Türkiye ile paylaşarak kendini kanıtlamış bir İzmirli'yi dışarıda bırakırken, İzmir'le ilişkisi yılda birkaç kez gelip gitmeye sınırlı olan Güldal MUMCU'nun ilk sıraya yerleştirilmesi olmamış; Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı İzmirli Atilla SERTEL 10. sıraya itilirken İnternet'te yazılarına tesadüf etmediğim Rıza TÜRMEN'in 2. sıraya çıkarılması hiç yakışık almamış.

CHP listesinin göze çarpan bir diğer özelliği, geleneksel sol oyları korurken orta sağdan oy alarak iktidar olma stratejisini çok belirgin bir şekilde sergiliyor olması. Bu, son 30 yıldır memleriyle (İng., meme) oynanan, örgütlenme özürlüsü nüfusa sahip ülkemizde, oldukça mantıklı bir hamle; sol oyların %30'un üzerine çıkamaması laiklik ekseninin belirleyiciliği ile birlikte düşünüldüğünde, böylesine bir hamle aynı zamanda da zorunlu. 2002'den bu yana DİSK Genel Sekreterliği görevini sürdüren Musa ÇAM ve Ankara'daki Sinan AYGÜN ve Bursa'daki Turan TAYAN ile birlikte CHP'de Süleyman DEMİREL etkisi olarak nitelenen Aytun ÇIRAY'ın aynı partide yer alması bu gerçek göz önünde tutularak ele alınmalı.

MHP'ye gelince, Merkez'in işleri oldukça basitleştirdiği görülüyor. Zira, her iki bölgenin ilk iki sırası hali hazırda milletvekili olan dört adaya verilmiş. Bu adaylardan tüm Türkiye'nin tanıdığı bir isim olan Oktay VURAL'ın varlığı, CHP'ye "angaje olması" nedeniyle İzmir'i çok etkilemese de Manisa, Aydın, Balıkesir gibi çevre illeri olumlu bir şekilde etkileyecektir. Ayrıca, İl Başkanlığı döneminde ölçülü eleştirileriyle olumlu bir imaj yaratan Müsavat DERVİŞOĞLU'nun seçilmesi de, MHP'ye oy atsın atmasın İzmirliler'in çoğu tarafından müspet karşılanacaktır.

Haberiniz ola!


  1. Keşke aynı performansı sahip oldukları teşekkülleri sattıktan sonra bile borç batağından çıkamayan ve kent projelerini Ankara'ya yaptıran Ankara ve İstanbul'daki yerel yönetimler de gösterse.
  2. Size iki örnek vereyim. İlk olarak, bölgedeki turizmcileri ve çiftçileri zor durumda bırakan fahiş ecrimisil bedeli aklıma geliyor. O günlerde, Çeşme'deki otel sahipleri deniz kıyısındaki kamu arazilerini kullanmak için Antalya'daki birim fiyatların 8-10 mislini ödemek durumunda bırakılıyor, iş böyle olunca birçok otel deniz kıyısında hizmet veremiyordu. Kim bilir kaç milletvekili kaç bakan bu sorunun çözüldüğünü yerel basına bildirdi, kim bilir kaç kez "Çözülen bir sorun daha" diye başlıklar atıldı. Ve, ister inanın ister inanmayın, aslında ortada dahi olmaması gereken bu sorunu çözmek bir yıl zaman aldı.

    Vereceğim ikinci örnek, Aziz KOCAOĞLU'nun Ankara'ya gittiği zaman bakanlık bürokratlarından gördüğü muameleden yakınması üzerine AKP İl Başkanı tarafından yapılan talihsiz yorum. Aziz Bey'in dediğine göre, bakanlıklardan birine randevu alarak gittiğinde hiçbir açıklama yapılmaksızın uzun süre bekletilmiş. Hem de bu küstahlık iki kere vuku bulmuş. Bundan daha üzücü olanı, o dönem AKP İl Başkanlığı görevini yürütmekte olan Ömür KABAK'ın yaptığı açıklama idi: "Keşke, Aziz Bey gitmeden önce bizden yardım isteseydi." Yani, 4 milyonluk bir kenti temsil eden seçilmiş bir kişi, atanmış bir kişi ile görüşmek için hükümet partisinin il temsilcisi ile görüşmeli. Parti devleti zihniyeti!
  3. Bu bana kentimizin etkin sivil toplum örgütlerinden birinde uzun süredir başkanlık yapmakta olan birini hatırlattı. 2004 yılında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı için ANAP'tan aday olan bu sahsın, bir dönem sonra kulislerde CHP adayları arasında adı geçi(rili)yordu. Her şey vatan için! Bilmem katılır mısınız, Deniz BAYKAL iki kere İzmir'i kurtarmış galiba.

18 Nisan 2011

AKPM Genel Kurulu'ndaki Konuşmanın Düşündürdükleri

Aslında bu konuda yazmayı düşünmüyordum ama yapılan kimi yorumların hayal gücümü aşması nedeniyle kendimi tutamadım. Zira, tam olarak Kaddafi tarzında olmasa da güçlü bir ülkenin başbakanına yakıştıramadığım konuşmanın aşağıdaki örnekte olduğu gibi tribünleri ayağa kaldırdığını gördüm.
Türkiye'nin başbakanının, lafı ağzında gevelemeden, 'mıy mıy mıy' etmeden, dünyanın her yerinde Türkiye'nin tezlerini savunabileceğini, buna alışmaları gerektiğini kabul etsinler.
İşte bu kadar! Alıntının yer aldığı Yeni Şafak gazetesinin 15-Nisan-2011 tarihli İnternet giriş sayfasında bulunan bir haber resmi tamamlıyor: Başbakan'ımızın, kızı ve gelininin ABD'den vize almak için çektiği çileleri sanki kendisi yürütmenin başı değil de sıradan bir memurmuş gibi anlatıp dert yandığı ve vize için istenen belge listesinin küçültücülüğü ile kuyruklardaki zulmü es geçerek her şeyi türbansız fotoğraf talebine indirgediği günlerde çıkan bu habere göre, T.C. vatandaşlarından vize istemeyen ülke sayısının 58'e çıkmıştı. Yalnız haber de stratejik bir hata yapılmış ve vize istemeyen ülkelerin listesi de verilmişti. Ne kastettiğimi daha iyi anlamanız için listeyi dipnotlara ekledim.1

Neyse, daha fazla gevelemeden AKPM Genel Kurulu'ndaki konuşmanın soru-cevap kısmına geçelim. Bilmem tekrarlamaya gerek var mı, AB organı olmayan Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisi (AKPM) Genel Kurulu aslında bağlayıcı kararlar alma gücüne sahip değil. Bunu, Türkiye ile ilgili olumsuz metinlerin kabulü sonrasında "Avrupa uzmanlarınca" yapılan yorumlardan da hatırlayacaksınız. Ancak, AKPM Genel Kurulu Avrupa ülkelerindeki genel havayı koklamak için oldukça geçerli bir gözlem olanağı sunuyor. Mesela, din özgürlükleri konusundaki [haklı fakat eksik] soru, Avrupa'nın Türkiye'yi azınlıklardan oluşan ve her an kırılıp parçalanabilir bir mozaik olarak gördüğünün bir göstergesi. Bu kimi zaman o kadar ileriye götürülebiliyor ki, Orta Asya şamanlığı, Anadolu'nun yerleşik gelenekleri ve İslam'ın harmanı olan Alevilik'in Türkmen ağırlıklı uygulayıcıları aniden bir azınlık oluveriyorlar. Tam buna kızacak darılacak gibi oluyorsunuz, yetkili bir ağız çıkıp Türkiye'deki etnik kimlik sayısında bir açık artirma başlatıveriyor ve bu sorunun aslında toplantılarda yöneltilmek üzere bazı basın mensuplarına verilen sorulardan biri gibi olabileceğini bile düşünmeye başlıyorsunuz. Gelin görün görün ki, Başbakan'ımız gönlümüze su serpiyor ve bu konudaki bir soruya verdiği cevapla herkesi danışıklı dövüşün mümkün olmadığına ikna ediyor: tüm dünya ülkelerini Mısır ve herkesi Tahrir Meydanı'ında toplanmış toplulukla karıştırıyor olsa gerek, daha önce %42'lik azınlığın gönlünü almak için yapmış olduğu gibi "Ben kefilim" deyiveriyor. Hem de, her iki elini teminatını daha ikna edici kılmak amacıyla Erdal İNÖNÜ edasıyla kullanarak.

Aslında soru-cevap kısmının zirvesi, kurumları devreden çıkarıp erkleri tek kurumun ötesinde tek kişide toplayan bu yorum değil. İnsanın içini fazlasıyla buran bu yanıt, kitap imha konusuna yapılan yorumla gölgede kalıyor. Anlaşılan, Fransız Devrimi'ne yapılan yolculuğumuzun Engizisyon'a kadar uzatılması gerekli. Zira, düşünce özgürlüğüne dair bir soruda, daha önceleri şiir okuduğu için hapse girdiğini iddia eden ve 12-Eylül-2010 referandumu öncesinde sağcısıyla solcusuyla asılan gençleri argümanlarına malzeme eden Başbakan'ımız, Ahmet ŞIK'ın kitabını bir bombanın yapımında kullanılan malzemelere benzeterek Avrupa'ya "ileri demokrasi" ihracatı yapıveriyor. Bunu yaparken de, iddianamesi bile yazılmamış olan ve toplandığı iddia edilen dellilerin şüpheli avukatlarına gösterilmemesiyle hali hazırda insanların adalete güvenlerinin sarsıldığı bir davaya gölgesini düşürdüğünü fark etmiyor bile. Ya da, tıpkı devlet zirvesinin uzlaşıyla Kayseri Belediyesi ve YGS olaylarında yaptığı gibi, mahkemeyi etki altında bırakmak istiyor.

Değineceğim son nokta, bugünlerde ortaya dökülen seçim vaatlerinin inandırıcılığı konusunda beni kuşkuya düşüren, seçim barajı sorusuna verilen yanıt. 2002 seçimleri öncesinde vaat olarak kaldırılacağı defaatle söylenen seçim barajının geçen dokuz yıl sonrasında başkası tarafından konulduğu anlaşılıyor ve halk istemedikçe kaldırılmayacağı ilan ediliyor. YÖK'ün kaldırılması noktasındaki niyet değişikliğine de ışık tutan bu yaklaşımın, İsviçre'deki minare referandumunda doğru bir biçimde hatırlanan temel insan haklarına yönelik konuların referanduma götürülemeyeceği savı ile çelişkisi ise unutuluveriliyor. Bu konuda zikredilen ve kimi basın-yayın organlarında tekrarlanan bazı AB ülkelerindeki %8'lik seçim barajı efsanesi ise, insanı ülkemizim bürokrasisindeki uzmanların yeterliği noktasında düşündürüyor.

Farkındayım, yine çok uzattım. Ancak izin verin, sizi 16-Nisan-2011 günü İzmir Kitap Fuarı'nda dinlemek şansına eriştiğim Ertuğrul MAVİOĞLU'nun konuşmasında anlattığı bir Türkiye fotoğrafı ile biraz daha yorayım. Bildiğiniz gibi, Ertuğrul MAVİOĞLU Ahmet ŞIK ile birlikte kitap yazmış olan ve son kitap imha operasyonunda adı sıkça geçen bir Radikal gazetesi yazarı. Sağa sola sapmadan, konuyu uzatmadan, şifrelere başvurmadan söylediği ise, Emniyet'te pişirilip yazılan bazı haberlerin malum gazetelerdeki kimi "gazetecilere" verildiği ve bu kişilerin bunu kullandıkları! İddianın ciddiye alınması gerekliliği ise buna nasıl inandığını söylediğinde görülüyor: pişirilip yazılan haberlerden biri yanlışlıkla listede olmayan birine iletilmiş ve kendisi de bu iletinin bir nüshasını 15-Nisan-2011 günü İzmir Barosu tarafından düzenlenen bir toplantıda görmüş. Ne diyelim, demokrasi alla Turca olunca gazeteci de alla Turca oluyor.


  1. Vize istemeyen ülkeler listesine, Balkan ülkelerinin yakın zamanda Başbakan'ımızın "fırça attığı" AB'ye gireceğini ve dolayısıyla bu listeden çıkacaklarını hesaba katarak bakın.
    Antigua, Barbuda, Arjantin, Arnavutluk, Bahamalar, Barbados, Belize, Bolivya, Bosna-Hersek, Brezilya, Ekvator, El Salvador, Fas, Fiji, Filipinler, Guatemala, Gürcistan, Haiti, Hırvatistan, Honduras, İran, Jamaika, Japonya, Karadağ, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Kolombiya, Kore Cumhuriyeti (Güney Kore), Kosova, Kosta Rika, Libya, Lübnan, Makedonya, Maldivler, Malezya, Mauritius, Nikaragua, Palau Cumhuriyeti, Paraguay, St. Lucia, St. Vincent-Grenadines, Sırbistan, Singapur, Solomon Adaları, Sri Lanka, Suriye, Svaziland, Şili, Tayland, Trinidad-Tobago, Tunus, Tuvalu, Uruguay, Ürdün, Venezuela, Yemen.
    Bu arada, Körfez Savaşları sırasında bütünlüklerini korumak için Türkiye'nin kendini tehlikeye attığı Suudi Arabistan, Kuveyt ve diğer körfez ülkelerinin listede olmadığına dikkatinizi çekerim. Anlaşılan, Türkiye bir koyup üç almak yerine üçün birini almış. :-(

12 Nisan 2011

İzmir'in Milletvekili Adayları-1

Bilindiği gibi dün, 12-Haziran-2011'de yapılacak "demokrasi şöleni"nin—CHP'nin 29 ilde yaptığı önseçim dışında liderler ve lütfen danışılan kurullarca seçilen—oyuncuları (figüran?) açıklandı ve yorumlar sökün etmeye başladı. Malum koronun buyurduklarına bakılırsa, tartışmalar adayların nitelikleri ve parti programlarından ziyade, 1980 darbesi sonrasındaki tüm seçimlerde olduğu gibi, yaratılan ve yaratılacak algılar üzerinden yapılacak gibi gözüküyor. Ben de sonunda dayanadım, pek de temiz olmayan suyu biraz daha bulandırayım ve Blogger sansürü sonrasındaki ilk yazımı yaşadığım kent olan İzmir'in milletvekili adayları hakkında yazayım dedim. İşte ilk bölümle karşınızdayım.

Hepimiz biliyoruz, farklı kişiler tarafından farklı ve çelişkili beklentiler seslendirilmek suretiyle muhalefet partileri, aday listeleri hazırlanmadan önce psikopata bağlanmıştı. CHP için, sol ağırlıklı bir liste olmadığı takdirde yerel seçimlerde girdiği varoşları nasıl ele geçirebilir diyenler varken, oy tabanını genişletmek amacıyla orta sağa açılmalı ve hatta türban konusunda artık değiştiğini ikna edici bir şekilde ortaya koymalı diyenler de vardı. Aslında, ihtiyaç üzerine yerden biten kimi "aydınlar", ortama göre her iki argümanı da seslendirme maharetini gösterebiliyordu. MHP'nin durumu da pek farklı değildi: kaybettiği milliyetçi oyları kazanmak için eski ülkücülere kucak açmalı diyenler olduğu gibi, milliyetçilerin değiştiğini ve MHP'nin artık din olgusunu daha çok öne çıkararak CHP'den farklılaşması gerektiğini söyleyenler de vardı. Elbette ki, AKP listesinin—İbrahim TATLISES, Tanju ÇOLAK ve nice tiyatroya rağmen—kusursuz olacağı kesindi.

Gelin görün ki, İzmir listelerine bakıldığında vaziyetin öyle olmadığı görülüyor. AKP listesindeki ağır toplarla başlayayım. Malum kişilere inanılacak olursa, AKP İzmir'i önemsediğinin altını çizmek için iki seçim bölgesinin de başına birer bakan koymuş; 1. bölge 1. sıra adayı [Ordulu] Ertuğrul GÜNAY sol damara seslenirken, 2. bölge 1. sıra adayı olan [Erzincanlı] Binali YILDIRIM AKP'nin hizmet vizyonunu öne çıkaracakmış! Bu simgeselliğin altını çizenler herhalde önerilen algının sorgusuz kabul edilmeyeceğini düşünmüyorlar ya da düşünseler de şanslarını deneyerek üzerlerine düşen görevi yerine getiriyorlar. Ben yine de hatırlatayım: İzmir—Muş, Ağrı ve Siirt gibi "demokratik" kentlerin aksine—verilmek istenen "güzel" mesajları almakta direnecek kadar "faşist" ve "gönül gözü körleşmiş" bir kenttir!1

Ertuğrul GÜNAY'ı düşünün. Zamanında CHP liderliğine soyunmuş ve hüsrana uğrayınca, bir başka sol partide savaşmak ya da kendi partisini kurup sesini yükseltmek yerine, solculuğunu koruduğunu ve koruyacağını söyleyerek [buraya gülme efekti uygun gider gibi] ülkesine hizmet aşkıyla AKP çatısı altına koşmuş. İnsanız değişebiliriz, ama herkesin Ertuğrul Bey gibi değişmesini beklemesi çok büyük bir haksızlık. Şu heykel vakasını anımsayın. Kültür Bakanı'mız Başbakan tarafından beğenilmeyip yıkılması istenen heykelin koruyucusu olarak ortaya çıkmış ve Hükümet'in Libya politikasından birazcık daha fazla tutarlılık göstererek [buraya ağlama efekti uygun gider gibi] geri çekilmişti. Ve şimdi, kitapların basılmadan imha edildiği bir ülkenin "başarılı" Kültür Bakanı olarak, yıkılması planlanan heykeli sahiplenmek amacıyla harekete geçen Karşıyaka Belediyesi'nin bulunduğu İzmir'in gönlünü almak umuduyla joker kartı olarak öne sürülüyor.

Maalesef, Ertuğrul Bey'in sicili oldukça kabarık. Aklıma, AKM'nin mahzun hali, Emek Sineması'nın yerini saygıyla AVM'ye terketmesi, Fazıl SAY'ın Dünya Basketbol Şampiyonası açılış programındaki yerini Müslüm GÜRSES'e bırakması, bulunduğu bölge her yeri arsa ve rant olarak görenlerin ağzını sulandıran Haydarpaşa Garı'nın kendini yakması gibi olaylar geliyor. Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından—herhalde reklamcılara yeterince para aktarılmamış olsa gerek—TV'lerde yayınlatılan reklamın son karesinde bu simge binanın yer alması da işin cabası!2

Gelelim Binali YILDIRIM'a. Basından yansıyan görüntülerine bakılacak olursa oldukça sevecen birisi. Ve yine basından yansıtılana göre, sanki bazı bakanlar İzmir'e karşı olumsuz bir havadaymış da, Binali Bey İzmir'e hakkaniyetli yaklaşıyormuş gibi bir algı var. İşte bu noktada, Binali Bey'in kişiliğini köşeye koyarak, itirazımı seslendirmek istiyorum: Bakanlar, yönettikleri ülkenin kimi kentlerine hakkaniyetsiz davranmak seçeneğine sahip olabilir mi? Ödediği vergi ile İstanbul, Ankara ve Kocaeli'nin ardından dördüncü, yerinde üretim üzerinden vergide İstanbul'dan sonra ikinci olan İzmir'e bakanların haksızlık yapma lüksleri olabilir mi? Acaba, kimi bakanlar—bazı ilçeleri neredeyse tümüyle gecekondularla doldurulmuş İstanbul dururken—ödediği verginin ancak %20'sini alan "sümüklü" İzmir'e, ödediği verginin %170'ni alan "pırlanta" [ve dürüst?] Kayseri'yi örnek gösterirken Binali Bey, farklılığını nasıl gösterdi? Kampanya süresince bu noktaya açıklık getirilmesi yönündeki gayretlerin İzmirliler tarafından takdirle karşılanacağını temin ederim.

Binali YILDIRIM'ın temsil ettiği söylenen vizyon dokuz yıl boyunca İzmir'e yapılan hangi hizmetlere dayandırılıyor? Benim aklıma şunlar geliyor:
  • İzmir-İstanbul Otoyolu: Henüz başlatılan bu projenin İzmir'le olan ilgisi güzergâhtaki diğer kentlerden farklı olarak İstanbul gibi uç noktası olmasından ibaret. Hiç kimse bu projenin İstanbul'a Bursa'ya neler kazandıracağını konuşuyor mu? Bir ihtimal, İzmir'e kazandıracağından daha fazla. Dolayısıyla, ilk maliyet olarak önerilen 6,5 milyar $'ın ufak bir bölümü İzmir hesabına yazılabilir. İzmir'e dair projeleri öne çıkarmak istiyorsa Binali Bey'e önerim, 20 küsur yıldır yerel seçimlerde [uçuk] bir vaat olarak pazarlanan Körfez Geçişi'ni Hükümet'in yeni dönemde—tıpkı İstanbul ve Ankara'daki metro sistemleri gibi—bir prestij projesi olarak üstleneceğini seçim vaatleri arasına, ikna edici kaynakları belirterek, koyması.3
  • Çevre Yolunun Tamamlanması: İzmir Çevre Yolu'nun tamamlanması, bitirilmemiş kısım Karşıyaka'da bulunduğundan özellikle o taraftakiler için küçümsenemeyecek bir rahatlık sağladı. Ancak, 30 yıla yakın bir süre önce planlanıp projelendirilmiş bu hizmetin bitirilmemiş kısmı, 20+ km'lik yol ve tünel geçişlerinden ibaret. Buna göre, İstanbul'da seçimin yapılmadan tüm milletvekilliklerinin—tabii AP ve ANAP'tan sıra kalırsa—AKP'ye verilmesi gerekir.
  • Aliağa-Cumaovası Banliyö Hattı: Yapılması sırasında yaşanan aksaklıkların İzmir Büyükşehir Belediyesi hanesine yazıldığı bu projede nedense iş bittiğinde övgülerin neredeyse tümü Hükümet'e ve Ulaştırma Bakanı'na gitti. Halbuki, projedeki kamulaştırma, istasyonlar, yaya geçitleri ve kent içi geçişinin Belediye tarafından yapıldığı düşünüldüğünde durumun tam tersi olması gerektiği görülüyor. Ayrıca, metro ve bu hattaki aksaklıkların kaynakları konusunda İzmirliler'de oluşan kuşkular da cabası.4
Dolayısıyla, işlerin göründüğü gibi olmadığı söylenebilir. İzmir milletvekili adayları hakkındaki bir sonraki yazıma kadar aklınızda olsun.


  1. Kavramların içinin ne kadar boşaltıldığının farkında mısınız? Bazen, söylemek istediğim her şeyi tırnaklar içine almam gerektiğini düşünüyorum.
  2. Bilmem aynı ajansın yılsonu raporuna rasgeldiniz mi. Bu rapora inanacak olursanız, İstanbul'da yıl boyunca düzenlenen kültürel etkinliklere 10 milyon civarında insan katılmış. Çok etkileyici değil mi? O zaman, meydanlarda kurulan Ramazan sofraları ve halk konserlerinin etkinlik, bu "etkinlik"lere iştirak edenlerin "katılımcı" olarak kabul edildiğini duyduğunuzda umarım şaşkınlığınız yerini hüzne bırakmaz.
  3. Keşke, Bostanlı'dan İnciraltı tarafına İzmir'in iki yakasını yeraltından bağlayan bir raylı sistem projesi olsa da, insanlar denizden 3-4 km uzaklıktaki iki nokta arasında ulaşımı 35-40 km yol aşarak sağlamak zorunda kalmasa.
  4. İhalelerin tarihçesini vererek bu noktayı açmaya çalışayım. Sıkıntılar, İzmir Metrosu'nun Üçyol-Üçkuyular ve Ege Üniversitesi-Bornova Merkez hatlarının Bayındır Holding'ten sonraki ikinci yüklenicisi olan Bozoğlu İnşaat'ın yaşadığı ekonomik zorluklar nedeniyle projede ilerleme kaydedememesi sonrasında başlıyor. Nedense, bundan sonra yapılan ihalelere yapılan itirazlarda bir patlama yaşanıyor. Mesela, yeni kurulmuş ve kimi zaman adresleri anılan inşaat şirketinin İzmir Temsilciliği ile aynı binada olan sembolik sermayeye sahip şirketler itirazda bulunuyor ve Kamu İhale Kurulu (KİK) 2-3 ay süren bir sürecin ardından bu itirazları kabul ediyor. Belediye'nin sonunda mahkemeye götürdüğü bir KİK kararı mahkemece bozuluyor ve nihayet işler iki yıllık bir gecikme sonrasında rayına giriyor.

04 Mart 2011

Eğitimin Görün(mey)en Maliyeti

2011 yılı bütçesinden ayrılan 34 milyar 112 milyon 163 bin TL ile en büyük paya sahip bakanlık olan Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçesi, 15 milyon civarındaki öğrenci düşünüldüğünde maalesef pek de istenen düzeyde değil. Zira, öğrenci başına yaklaşık 2000 TL anlamına gelen bu değer, 750 bini aşkın personelin maaş ödemelerini de içeriyor. Durum böyle olunca, verilen öğretimin kalitesi 2009 yılı Pisa sınavları sonuçlarından da anlaşılabileceği gibi, Dünya ortalamasının "belirgin bir biçimde altında" oluyor. Bir diğer deyişle, kendi aramızda yaptığımız sınavlarla başarılarını ölçüp övündüğümüz çocuklarımız evrensel sınavlarda yerlerde sürünüyor.

Elbette ki, böylesine bir tablonun basit bir açıklaması olamaz; başarısızlığın talihsiz rastlantılara bağlanması yanıt olarak kabul edilemez. Ortadaki enkaz, sistemik bir takım hatalara dayandırılmalı ve çözümler buna göre önerilmelidir. Naçizane, benim gözlemlerim çözümün iki farklı kaynaktaki hataların görülmesine dayandığı yönünde: Bakanlık ve veliler.

Bakanlık tarafında işlenen hatalar, hepimizin bildiği ve sonu pek de gelmeyecek gibi gözüken türden. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
  • Öğrenci dostu gözüken değişikliklerle içi boşaltılan müfredat: 10+ yıllık bu süreğen ve yaygın uygulama, öğrencilerin genelde başarısız olduğu havuz problemi gibi konuları önce düşman ilan ediyor ve sonra müfredattan kaldırıyor. Özünde kesirleri ve cebiri düşman ilan eden bu kafa, suçlunun havuzlar olmadığını keşfettiğinde ise yeni bir düşman aramaya koyuluyor. Tabii, öğrencinin gerçek konuyu (kesirler ve cebir) öğrenmesi bu durumda neredeyse tesadüflere kalıyor. Buna Din dersinin 4. sınıftan 12. sınıfa kadar zorunlu iken Mantık-Felsefe derslerinin seçmeli olması gibi insanı çıldırtan uygulamalar eklendiğinde, tornadan çıkan öğrencilerin genelde saat sayısı kıytırık içerikli uyduruk derslerle şişirilmiş diplomalı cahiller olması kaçınılmaz oluyor.
  • Yenilikçi olmak iddiasıyla yapılan yöntem değişiklikleri: İsveç modeli, aktif eğitim, vb. gibi duyanı etkileyebilecek adlarla piyasaya sürülen yeni yöntemler, doğru aşamada, doğru kişilerce doğru öğrencilere uygulanmadığı takdirde eski yöntemlerden çok daha yıkıcı olabiliyor. Örnek olarak, öğrenci için temel oluşturma özelliği taşıyan konuların işlendiği ilk yıllarda aktif eğitimin kullanılışını düşünün. Dört işlemin aktif eğitimle keşfettirilip 6-7 yaşındaki çocuklara araştırmacılık alışkanlıklarını kazandırma gayreti, sonuçta 4.sınıfa gelip okuma yazmayı sökememiş, basit toplamaları dahi beceremeyen özgüvensiz bir öğrenci kitlesi yaratıyor.1 Ayrıca, öğrencinin aktif olmasını kendi pasifliği şeklinde yorumlayan öğretim elemanları, tembelleşiyor ve geçer not verme  dışında bir işlevi bulunmayan otomatlar haline dönüşüyor. Bu durum, iyi öğretimci ile kötüsünün farkını da ortadan kaldırıyor.
  • Kadrolaşma ve kimi dallardaki yetersiz eleman sayısı: Birbirine bağlı olduğunu düşündüğüm bu iki etkeni, size yaşadığım bir örnek ile anlatmaya çalışayım. T. C. Dokuz Eylül Üniv. Müh. Fak. Bilgisayar Müh. bölümünde verdiğim bir dersin öğrencilerinden biriyle yaptığım sohbet sırasında, kendisinin eskiden Lise 2 ve 3'te öğretilen limit, türev, integral  gibi konuların işlendiği Matematik dersinden zorlandığını öğrendim. Nedenini sorduğumda, öğrencinin verdiği yanıt kan dondurucuydu: liseyi okuduğu Samsun'daki bir köy okulunda Edebiyat hocasının geldiği Matematik dersi aslında boş geçiyordu. [Böyle bir öğrencinin, %3-4 dilimindeki bir bölüme nasıl girdiği ise yanıt bekleyen bir başka soru.] Buna karşılık, bazı dallarda ise eleman sıkıntısı hiç hissedilmiyordu.
  • Ödül ve cezanın olmadığı bir sistem: Şu anki uygulamaya göre, ilk öğretimdeki bir öğrencinin ilk üç yıl sınıfta bırakılması yasak! Efektif olarak, kağıt üstünde mümkün olsa da, ilk sekiz yıl sınıfta kalan neredeyse yok. Aslında, sistem o kadar laçkalaşmış durumda ki, 5 üstünden 4 almak artık başarısızlık olarak addediliyor. [Notunu bonkörce dağıtmadığı için tehdit edilen hocalar biliyorum!] İkna olmanız adına, vermiş olduğum  derslerden birinde öğrencilere yönelttiğim sorunun yanıtını paylaşayım: yaklaşık 70 üniversite öğrencisinin bulunduğu sınıfta 4-4,5 aralığında ortalamaya sahip birkaç öğrenci dışında herkesin 4,5 üzerinde lise mezuniyet ortalaması vardı. İş böyle olunca, başarılı olmanın pek de anlamı kalmıyor ve hünerin bir işi iyi yapmak yerine kotarmak olduğunu düşünen öğrenciler standardı koyuyor. Daha da kötüsü, sistem iyiyle kötü arasındaki farkı sadece muğlaklaştırmıyor; pek çok zaman kimin 4 kimin 5 alacağı değiştirilmeden verilen, hazır halleri İnternet'te bulunan2 geçmiş yılların ödevleriyle saptandığı için bu ayrıştırma bile tesadüfe kalıyor.
  • Ölçücü olmaktan ziyade sıralayıcı olan sınavlar: Kaynağın sınırlı olduğu durumlarda kaçınılmaz olan sınavlar, ölçücülük özelliğini yitirdiklerinde ülkemizde olduğu gibi doping kontrolü olmayan at yarışlarına dönüşüyor. Hazırlanan yanlış sorular ve malum çevrelerce yapılan soru hırsızlıkları da düşünüldüğünde, sonucu tartışmalı bu sınavların yarattığı hasar daha da büyüyor. Bir de, dersanelerden kurtaracağız diye konulup dersanecileri zengin, öğrencileri haşat ettiği görüldükten sonra kaldırılan SBS gibi sınav denemeleri de düşünüldüğünde, hata yapmak için sanki özel bir gayret sarfediliyormuş izlenimi uyanıyor insanda.

Farkındayım, epey uzattım. Dolayısıyla, daha da uzatmadan velilerin vebali ne, ona bir değineyim. Bu cephedeki gözlemlerim, bekâr ve çocuksuz olmam nedeniyle sorumsuzluk ve haksızlık izlenimi uyandırabilir. O zaman, küçük bir itirafla başlayayım da içiniz rahatlasın: eğer çocuk sahibi olsaydım, yıllar sonraki bir sınavda gösterilecek olası başarısızlığın sorumluluğundan kaçmak ve eşimin yöneltmesi nedeniyle çocuğumu özel okula gönderirdim. Dolayısıyla, yazımın devamında getireceğim eliştirilerin hedefine kendimi de yerleştiriyorum.

Neyse; özel liseler ile Anadolu ve Fen Liseleri'ne giriş sınavlarının ayrı yapıldığı son yılın bir öncesindeki yıla dair aklımda yer etmiş iki istatistik ile başlayayım. O yıl, özel liseler sınavına giren öğrenci sayısı 32.000 iken, diğer sınava giren öğrencilerin sayısı 796.000 idi. Yani, özel okullarda şansını deneme cesareti gösteren öğrencilerin oranı %4'ü ancak aşıyordu. Bunda burs ve banka kredisi desteğiyle özel okul hayali görenler de bulunduğundan, gerçek rakamın daha düşük olduğu düşünülebilir. Ben bu oranı, aşağıda %3 olarak hesaba katacağım. Bunun makul bir değer olduğunu, özel okul sahiplerinin devletten mali destek istedikleri ve Milli Eğitim Bakanı'nın da katıldığı bir sempozyumun haberinden görebilirsiniz.3

Daha fazla uzatmadan hesabımıza başlayalım. Okul parası, servis, yemek, geziler, işin fiyakası derken yıllık ortalama 25.000 TL harcama yapıldığını varsayacağım. Nüfusun %3'ünün yaptığı bu ödemeyi genele yayarsak, öğrenci başına 750 TL'lik bir kaynağın özel okullar sektörüne aktarıldığı görülür. Bir başka deyişle, öğrenci başına ancak 2.000+ TL olan Bakanlık bütçesinin %35 civarı kadar bir meblağ özel okul sektörüne akıtılmaktadır! Lise ve üniversiteye giriş için 3-4 yıl boyunca çok daha büyük bir kitle tarafından ödenen dersane ücretlerini ve düzgün öğretilmediği için kurslarda ve yurtdışında tekrar öğrenilen yabancı dillere verilen paraları buna eklediğimizde, geliri üzerinden vergi vermemeyi cingözlük zanneden halkımızın, belki de Bakanlık bütçesinden daha büyük bir haracı özel eğitim kurumlarına bağışladığı ortaya çıkar. Bağışladığı diyorum çünkü, düşük başarı yüzdelerine karşın, özel okullardan parasını geri isteyen bir tek kişi görmedim. Domates çürük çıktığında ödenen para iade ediliyor ama 13 yıllık bir ödeme planı sonucunda hiçbir şey alınmadığında üzerine bir bardak soğuk su içiliyor.

Aynı konuya bir başka açıdan bakarak durumun ne kadar büyük bir kepazelik olduğunu anlatmaya çalışayım. Üniversite kapısına gelene kadar, bir yıl ana okulu da dahil olmak üzere, on üç yıl var. Yani, üniversite öğrencisi adayı çocuğunuz için 325.000 TL ödemiş olacaksınız. Ancak, hiç kimse size kötü özel üniversiteler dışında bir yeri garanti etmeyecek. Halbuki bunun yerine, bankaya çocuğunuz adına her yıl 25.000 TL yatırıp işletseniz, çocuğunuzun on üç yıl sonunda yarım milyon liranın üstünde bir fonu olur. Bunu da, ister ABD'deki üst düzey üniversitelerin birinde paralı okuyarak harcasın, isterse Türkiye'de iyi bir yeri kazandığı için yaşamının geri kalanında yatırım sermayesi  olarak kullansın; her iki durumda da ilk senaryodan daha iyi bir noktada olacağı kesin.

Son olarak; unutmayın, çok az sayıdaki özel okulların yabancı dil hocaları dışında, özel okulların öğretim elemanları da bu ülkedeki üniversitelerin eğitim fakültelerinden mezun oluyor. Dolayısıyla, çocuklarınızın öğretmenlerinin öğretimi düzgün yapılmamışsa, ister özel olsun isterse devlet, kazanıldığı iddia edilen başarılar, Pisa sınavlarından da görüldüğü gibi, ülkemiz sınırlarının dışına çıkamayacaktır.

Sıkılmadan okuyup buraya kadar geldiyseniz, şunu soruyor olabilirsiniz: Devlet okulları harap, özel okullar osuruklarını parfüm diye satarken, biz ne yapalım? Sizin çözüm önerileriniz varsa duymak isterim ama ben, maalesef, siyasi ve sosyo-kültürel kökleri olan böylesine bir soruna kısa vadede çözüm üretilebileceğini düşünmüyorum. Ancak; yaptığımız tüketim üzerinden değil gerçek kazancımız üzerinden vergi ödeyerek, evrim kuramının yanında California patentli yaratılış palavralarının okutulmasına karşı çıkarak, özel okullarda Bakanlık müfettişlerinin uyguladığı göstermelik müfredat denetimi ile yetinilmeyip yoğun kalite denetimleri talep ederek, matematik derslerine matematik hocalarının gelmesinde ısrar ederek başlayabiliriz. Ne de olsa, uzun yolculuklar bile küçük bir adımla başlar.


  1. Benzer bir çaba, üniversite öğretiminin ilk yıllarında da gösterildiği takdirde benzer sonuçlar doğuruyor. Allah aşkına, mühendislik öğrencilerinden türev-integrali keşfetmesini beklemek Newton ve Leibniz'e haksızlık olmaz mı?
  2. İnternet'teki ödev sitelerine bakacak olursanız, paylaşımdaki cömertliğin yüksek öğrenimi de kapsadığını görürsünüz. İnanmazsanız, şu arama sonucuna bakabilirsiniz.
  3. Dikkat ederseniz, bu haberde diğer ülkelerdeki oranlara değinilirken Türkiye'deki gelir dağılımının çarpıklığına, özel okulların genelde büyük kentlere toplandığına falan hiç kimse değinmiyor; herkes özel okullara kayıt artmalı diyor. Bu arada, yazıdaki özel okullu öğrenci sayısını yorumlarken, ülkemizdeki ve söz konusu ülkelerdeki gelir üzerinden toplanan vergilerin toplam vergideki payını da göz önünde bulundurun.