21 Mayıs 2011

İzmir Belediyesi'nin Suçu Ne?

30 yıl önce bana rakibimin zeki mi, aptal mı olmasını istersin diye sorsalardı, test sınavlarına alışmış bir Türk çocuğu olarak, tabii ki aptal olsun derdim. Ancak zamanla, cehaletle karılıp çoğunluğun kendini ifade ediş biçimi olarak sunulduğunda aptallığın, mücadelesi zor, çok gaddar bir silah olabileceğini anladım ve rakibimin/düşmanımın en az benim kadar zeki olmasını ister oldum. Zira, evrimin görünmez çarkları aptallık memini ödüllendirmeye başladığında, öngörülemezliğin sonucu olarak beliren tablo, toplumun vicdan sahibi bireylerden oluştuğunu ve ilişkilerin/kuralların mantık çerçevesinde tanımlanması gerektiğini düşünen insanlara çaresizlik ve öfkeden başka bir şey vermiyor. İşte, geçenlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ikisi İzmir biri Aydın'da üç ilçe belediyesine yapılan baskından sonra bir İzmirli olarak duygularımı sanırım en güzel bu infial açıklıyor.

Elbette ki, tadilatlarla neredeyse her gün değiştirilen imar planlarının kentleşmenin olmazsa olmazı olarak kabul edildiği bir ortamda, Türkiye'ye geçmişten gelen büyüklüğünü hatırlatmak savındaki bir iktidarın gözde başkanlarından Melih GÖKÇEK'in, AB'ye üye adaylığına kabulü gündüz vakti havai fişeklerle kutlaması veya 17 yıldır başında bulunup devraldığındaki uzunluğuna tek bir santim bile eklemediği metro inşaatını törenle hükümete devretmesi başarı olarak addedilebilir. Elbette ki, Michigan Üniversitesi'nde iki hoca, üç-beş tane yüksek lisans öğrencisi tarafından hazırlanan Kanal İstanbul Projesi'nin dahiyane bir fikir olarak alkışlandığı bu ortamda, devlet kurumlarının elinden çekilerek alınan arsaların özel imar düzenlemeleri ile özel sektöre peşkeş çekilmesi büyük birer başarıdır. Elbette ki, ... Yeter ki, aptal olun veya sizden beklenen aptal rolünü iyi oynayın!

Neyse, yazımızın konusu olan İzmir Belediyesi'ne dönelim. İşin kökleri aslında 2004'deki yerel seçimlerde ortaya çıkan sonuçlara dayanıyor. 2002 Genel Seçimleri ile 2004 Yerel Seçimleri arasında pek fazla baskılanmayan İzmir'deki yerel yönetimler, CHP'nin kazandığı seçimler sonrasında deyim yerindeyse Ankara'nın gadrine uğruyor. Ne var ki, bu gerçek yerel algı yaratma makineleri tarafından, Ahmet PRİŞTİNA'nın ölümüyle başkanlığın Aziz KOCAOĞLU'na geçmesi sonrasında, Aziz Bey'in Ankara ile ilişkileri Ahmet Bey kadar iyi kuramaması şeklinde yorumlanıyor. Bu tarihten sonra, İstanbul ve Ankara için bir-iki tane olan bakanlık bürokratlarınca açılan dava sayısı, İzmir için yılda yüzlerle ölçülür hale geliyor.1 Bir örnek vererek bu davaların ne niyetlerle açıldığı kararını size bırakayım. Bilenleriniz bilir, İzmirliler özellikle hafta sonları sahil boyunca yürür ve keselerinin el verdiği ölçüde bir kafede, birahanede veya balık restoranında bir şeyler yiyerek/içerek denizin keyfini çıkarmaya çalışır. 1999 yılında inşa edilen Pasaport tarafındaki seyir terasları da daha çok dar gelirlilere hitap eden bu yerlerden birisidir ve yerel seçim yenilgisi sonrasında Bayındırlık İl Müdürlüğü'nce 2004 yılında—AKP'nin iktidara geldiği 2002'de değil!—açılan davaya kadar sorun olmamıştır. Değişik bakanlıkların bürokratları tarafından defaatle açılan davalar sonrasında çıkan yıkım kararları, 750 milyon $'lık Vakıfbank kredisi sayesinde AKP'ye yakınlığı ile bilenen Çalık Grubu'nca satın alınan Yeni Asır'da kimi zaman, Belediye seyir teraslarını yıkacak, şeklinde duyurulur. Amacın ne olduğunu siz anlayın. Haa, bu arada, yedi yıl geçmesine rağmen henüz bir yıkım yok.

Dedim ya, hem olanları anlamanız hem de aynı zamanda dinginliğinizi koruyabilmeniz mümkün değil; en iyisi bireylik iddiasını bırakıp aptalı oynamak. Ama insan yine de sormadan edemiyor: Ankara'da üzerinden enerji nakil hattı geçen bir AVM'nin inşa edilmesi, İstanbul'da Yıldız Üniversitesi'nin elinden alınarak yok pahasına "başarılı bir girişimciye" satıldıktan sonra imar tadilatıyla yapılan yoğunluk artırımı birer hizmet olarak algılanırken, adaletin çarkları nasıl oluyor da İzmir'de dönmeye başlıyor? Cevabı çok basit olan bu soruyu, Ockham'ın usturasıyla beynimi doğradıktan sonra aptallara yaraşır bir şekilde karmaşıklaştırarak yanıtlayayım. Birinci sebep: İzmir Büyükşehir Belediyesi 2011 başı itibariyle bünyesindeki taşeron işçi sayısını sıfırladı. Bunu yaparken de, özel sektörün her şeyi daha verimli yapacağı varsayımı ile özendirilen taşeronluğun vicdan sahibi herkesi isyan ettiren çirkin yüzünü ortaya çıkararak bir çok "girişimciyi" de telaşlandırdı. Çünkü, taşeron işçileri toplu sözleşme hakkı olan belediye işçileri yapma noktasında sağlanan %30'luk maaş artışı sonrasında bile, belediyenin taşeron şirkete ödediğinden fazla ödemesi gerekmiyordu. İnsan, 2009 seçimleri öncesinde aylardır maaş alamayan İstanbul'daki işçilerin haber bültenlerinde pek yer bulmayan gösterilerini hatırlamadan edemiyor.2

İkinci sebep ise, Aziz KOCAOĞLU'nun İzmir halkı indindeki imajını zedelemek ve mahkemelerce alınan gizlilik kararı ile seçim arifesinde karanlığa gömülecek tartışma ortamında bundan yararlanmak. Ancak, olayların başlangıcında belediye binası önünde kendiliğinden toplanan binlerce kişilik kalabalık bunun geri teptiğini gösteriyor. Yandaş basının yaptığı yayınlar sayesinde yavaş yavaş ortaya çıkan atılı suçların içeriğine bakıldığında da, insan Ankara ve İstanbul'daki belediye başkanlarının neden hala yerlerinde oturduğunu sormadan edemiyor. Bu yayınlara bakılacak olursa, 300.000 €'luk seçenek varken yerel seçimler öncesinde apar topar ve ihalesiz bir şekilde alınan [yokuş çıkamayan] 1.200.000 €'luk metrobüslerin alımı takdire şayan bir hizmet iken, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin İzmir'in kırsal kesimindeki bir üretici kooperatifinden destekleme alımı yaparak okullardaki öğrencilere süt dağıtması büyük bir suç oluşturuyor. Tabii standart bu şekilde konulunca, Bayındır'daki bir diğer üretici kooperatifinden alınan ve kent merkezindeki meydanları süsleyen çiçekler de bir insanlık suçu oluyor. Uygulanması gereken yöntem, bilmeyenleriniz için söyleyeyim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yaptığı gibi, milyonlarca €'yu Avrupalı kardeşlerimize aktararak Hollanda'yı zengin etmek.3

Bir diğer suç var ki, insana, devletin kontrolörleri yıllardır İzmir Belediyesi'nden çıkmadı, bula bula bunu mu buldu, dedirtiyor. Atılı suç, ilçe belediyelerden birinin hizmet binasına eklenen batar katın yapımında müteahhite ödenen fazla para nedeniyle halkın parasını çarçur etmek. Çarçur edilen para ise batar katın alanı ile yapıldığı iddia edilen ödemenin temel aldığı alan arasındaki 15 santimetrelik—evet, yanlış okumadınız, on beş santimetre—uzunluk farkından kaynaklanıyor. 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri bağlamında opera ve konser salonu bulunmayan İstanbul'a "harcanan" bir milyar € civarındaki para henüz hatırlardayken, bunun ortaya atılması İzmir'e değil Türkiye'deki tüm aklı başındaki insanlara hakarettir. Ama, durun bitmedi; suçun ortağı olan müteahhit, 15 cm farktan kaynaklanan fazla ödemenin kendisi tarafından iade edildiğini belgeleriyle birlikte basına açıkladı.

Garip ülkedeyiz anlayacağınız. Gün geliyor, Melih GÖKÇEK ülkenin en saygın üniversitelerinden biri olan ODTÜ'yü, pek çoğu kendi zamanında yapılmış olan binaları ruhsatsız olmaları nedeniyle yıkmakla tehdit ediyor;4 gün geliyor, İstanbul'da kentsel dönüşüm denilerek binlerce kişi evlerinden ediliyor ve söz konusu yerler başkalarına satılıyor. Ve birileri çıkmış size, var olmayan suçlardan dolayı İzmir Belediyesi'ne kuşkuyla bakmanızı söylüyor. Amaç, mümkünse basında değilse kahvelerde, asılsız argümanlar üzerine kurulan yapay bir gündem yaratarak kafaları bulandırmak. Yandaş gazetelerde işin vehametini aktarmak için verilen bir bilgiye atıfta bulunarak yanıtlayayım: beş yılda yapılan izleme ve dinlemeler sonucunda çıka çıka bu mu çıktı?5 Aziz KOCAOĞLU'na olan güvenimi tazelediğiniz için teşekkürler!

  1. Tesadüfe bakın, benzer bir artış 2009 yılından itibaren Adana ve Antalya'da da ortaya çıkıyor.
  2. İzmir'deki ilçe belediyelerinde taşeronlaşma çok azaltılmış olmakla birlikte henüz sıfırlanmış değil. Dolayısıyla, İstanbul'da yaşananın bir benzerinin şu sıralar Konak Belediyesi'nde de yaşanıyor olması insanı şaşırtmıyor. İnsanı şaşırtan, basının ve AKP'nin bunu (ve taşeronlaşmanın hazin sonuçlarını) işleyemiyor olması.
  3. Şu tesadüfe bakın ki, yerel seçimler öncesinde, Hollanda aşkı dinmiş olsa gerek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de söz konusu üretici kooperatifinden alım yaparak aynı suçu işledi. Bu arada, Bayındır'da belediye seçimleri yapılan karşılıklı itirazların sonrasında birkaç oy farkla AKP'nin oldu.
  4. Yaygın bir iddiaya göre Melih GÖKÇEK bunu, hakkında açılan davalarda bilirkişi raporlarını ODTÜ yerine Gazi Üniversitesi'nden hocalara yazdırma ortamını yaratmak için yapmış. Aramızda husumet var, bilirkişiyi değiştirin hesabı, anlayacağınız. Bu arada, ruhsatsız binalardan söz etmişken, Kadir TOPBAŞ sel felaketi sonrasında yıkacağını söylediği nehir yatağındaki kuzenlerine ait tatlı imalathanesini yıktı mı?
  5. Bu bana Kenan EVREN'in, olgunlaşsın diye bir yıl daha bekledik, demesini hatırlattı. Yandaş basının okurlarını işin ne kadar vahim olduğuna inandırmak için yaptığı bir abartı gibi gelen bu bilgi, insanın, beş yıl suçlar artsın olgunlaşsın diye mi beklediniz, diye sormasına neden oluyor.

07 Mayıs 2011

2023 Vizyonu... Bu Profesyonellerle mi?

Seçim atmosferi bazılarımızı oksijensiz bırakmış olsa gerek, ortalığı uçuk kaçık projeler bastı ve AB, Kıbrıs, Kuzey Irak gibi dış sorunlarla işsizlik, ÖSYM'nin bitmek bilmeyen skandalları, terör, İnternet'e sansür, günlük siyasi ihtiyaçları karşılamak için orasından burasından çekiştirile çekiştirile paçavraya dönen adalet mekanizmalarını tartışmak varken, İstanbul'un nüfusunu 20+ milyona çıkaracak bir projeyi tartışır olduk. Ben de bu yazıda, Türkiye'nin profesyonel geçinen kesiminin hali ortadayken, 25.000 $'lık kişi başına gelirle özetlenebilecek hayal ticaretinin içi boş algılar yaratmaktan öteye geçmeyeceğini anlatmaya çalışacağım.1

Ama ilk önce, 2023 Vizyonu'nun yıldızı olan Kanal İstanbul procesinin benzerlerinin nerelerde gerçekleştirilmeye çalışıldığına şöyle bir bakalım. Benim kısa sürede sağda solda okuduklarımdan edindiğim izlenim, böylesine procelerin ülkelerin büyüklüklerinden ziyade liderlerin megalomanlığıyla doğru orantılı olduğu yolunda. Vereceğim örneklerden ne demek istediğimi anlarsınız umarım. İlk örnek, Yalçın DOĞAN'ın bir televizyon programında verdiği Bükreş'e devasa bir göl ile deniz getirme procesi. Romanya'nın sosyalist diktatörü CAVUŞESKU tarafından başlatılan bu proce, diktatörün yıkılması sonrasında durdurulmuş. Şimdilerde ise, Rumenler açılan deliği kapatmak için finansman arıyorlarmış. İkinci örneğim, Mustafa BALBAY'ın 6-Mayıs-2011 tarihli yazısından. İlgili kısmı aynen aşağıya alıyorum. Bilmeyenler için söyleyeyim, öykümüzün kahramanı Ferdinand MARCOS zamanının Filipinler diktatörüydü ve aşırı müsrif olan karısı İmelda MARCOS da binlerce çiftten oluşan ayakkabı kolleksiyonu ile ünlüydü.
... ülkenin kuzeyine giderken büyük bir otoyoldan geçtik. Boguio o kadar büyük bir kent olmadığı halde otobanın çok büyük olmasını şöyle anlattılar.
Orada Marcos'un bir dağı var. Koca bir dağı var. Koca bir dağı kendi üstüne geçirdi. Bir de büyük otoyol projesiyle başkente bağladı.
Neyse, asıl konuya dönelim. Argümanımın temel dayanağı, ülkemizdeki düşünce ikliminin meslek sahibi profesyoneller yerine iş takipçisi ve güce tapan, değişken kıbleli gukiler (gölgesi uzun küçük insanlar) üretmesidir. Çok önemli olduğunu düşündüğüm istatistik cemaatinden başlayayım. Malum, insanoğlunu diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik, sınırlı kaynaklarını en değerli serveti olan beynini verimli bir biçimde kullanarak ve paydaşlarıyla birlikte yaptığı planlama ile hedeflerine ulaşmaya çalışmasıdır. Tarih öncesi insanlarının mamutları uçurum kenarına çekip düşürerek gıda gereksinimlerini karşılamayı düşünmesi ile 21.yüzyılda şirketlerin üretim/kâr hedefleri koyması bu açıdan ele alındığında aslında aynı şeydir.2 İş böyle olunca, planlamaya girdi sağlayan istatistiksel veri toplama da en az planlama kadar önemli oluyor. İstatistikleri iyi olmayan ülkeler yatırımcı cezbedemiyor, çarpıtarak elde edenler ise bir türlü gerçek yatırımcıyı çekemiyor. İşte, tam bu noktada Türkiye adeta yıldızlaşıyor. Örnek mi istiyorsunuz, alın size işsizlik rakamlarının hesaplanması. Gerçek veriler yerine anketle elde edilmesi yetmiyormuş gibi, anketin oluşturuluşu ve sonuçlarının yorumlanması bu ülkede istatistikçi yok mu diye sordurmanın yanısıra meslek ahlâkı kalmadı mı diye isyan ettiriyor. Ülkemizin istatistik kurumu olan TÜİK'in bir yıl kadar önce yaptığı bir değişiklik ile bir kişinin işsiz sayılması için, iş bulmaktan umudunu kesmemesi gerekliliğine ek olarak son bir ay içinde bir saatten az çalışması gerekiyor. Bir diğer deyişle, anketöre iş bulmaktan umudumu kestim diyecek olursanız, ne mutlu size, işsiz değilsiniz; son bir ay içinde bir saat—önceden bu sınır bir gündü—veya daha fazla calışıp gelir elde ettiyseniz, hadi ordan kabul edin, siz de iş sahibi mutlu bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız diyerek kesip atıyor TÜİK.

İş, istatistiklerin yayınlanması ile daha bir sinir bozucu hal alıyor. Çünkü, gazeteci-ekonomi uzmanı/hocası ikilisinin performansı TÜİK'in performansını aratmıyor. Mesela, gazetecinin, ay kız biz çok büyüdük de mi, demesi üzerine ekonomist arkadaş alıyor sazı eline ve döktürüyor. İspanya'da işsizlik %21 imiş de, Türkiye krizde Avrupa ülkelerinden ayrışmış da... Nedense, yorumda istatistiğin elde edilişine, Avrupa'da %70 civarında olan işgücüne katılım oranının Türkiye'de %48.4 oluşuna, kendi veya başkasının tarlasında ırgat olarak çalışan ve sefalet içinde yaşayan %25'lik köylü nüfusuna hiç sıra gelmiyor. Gün gelir, AKP'den milletvekilliği adaylığı beklemediğini listelerin ilan edildiği gün açıklayabilen Yiğit BULUT'un sıfır uluslararası bilimsel makalesi bulunan ekonomistlere yönelttiği ısmarlama sorular yerine elbette birileri zor soruları da sorar diyorsunuz ama olmuyor işte. Çünkü, holdingin madencilik sektöründeki şirketinin sebep olduğu iş kazalarının ve gazete-tv satın alınırken kullanılan 750 milyon $'lık kredilerin geçiştirilmesi ancak Gazi ERÇEL gibi Merkez Bankası müdürü iken manipülasyon yapanların Sabah gazetesinde yazı yazmasıyla, Haber Türk kanalında yorum yapmasıyla örtülebiliyor.3

İş böyle olunca, hukuka inancını yitirmemiş biri olarak belki yüzünüzü yargıya dönebilirsiniz. Ancak, dikkat edin, gözünüz kamaşmasın. Çünkü, Cumhurbaşkanı'nın kaç yıl makamında kalacağı konusunda uzlaşamamakla4 uygarlık tarihinde bir ilke imza atan yargımız, bir muhasebecinin önderliğinde Anayasa Mahkemesi'ni temyiz mahkemesine çevirmekle meşgul. Eldeki kanıtlara dayanarak değil, kanıt elde etmek ve yaratmak için yapılan baskınlarmış, sanık avukatlarının müvekkilleri aleyhindeki kanıtları görememeleriymiş bunlar hepsi boş şeyler. Varsa yoksa, AİHM'de rekortmen olan ülkemizin dava sayısını azaltmak için Anayasa Mahkemesi'ni bir Engizisyon'a çevirmek ve AİHM süzgecini ortadan kaldırmak. Ha, bir de ülkemizi Taliban ile aynı sınıfa sokan heykel yıkılmasına yürütmeyi durdurma kararı veren yargıcı atamayla cezalandırırken, yürütmeyi durdurma kararını alelacele kaldıran yargıcı ödüllendirmek.5

Korkmayın, aslan üniversitelerimiz, geleceğin Türkiye'sini şekillendirecek gençlerimizi şekillendiren hocalarımız var diyorsanız, bakkaldan kolay açılan üniversiteler ve her yıl artan kontenjanlara ses çıkaramayan hocalarımızın din adamları ve tarikat liderleriyle evrim kuramını tartışmakla meşgul olduğunu ve Dünya'nın düz mü yuvarlık mı olduğunu tartışmaya hazırlandığını söylesem durumu anlarsınız herhalde. Doğrunun yanlışa, mantığın safsataya üstünlüğünü Batı'nın zulmü olarak gören pek çok biyoloji, jeoloji, vb. dallardaki demokrat hocalarımız, sonunda bilime de demokrasiyi sokmuş ve Adem'in 30 metre olduğunu, eski insanların bilgisayar kullandığını, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Çanakkale'de savaşmadığını göstererek Cumhuriyet Devrimi'nin aslında pis bir komplo olduğunu ispatlamakta ve bilimden yanlışlanabilirlik ve nesnelliği çıkararak bir inkilap—lütfen kullandığım sözcüklerin noktalarına dokunmayın!—yapmaktalar.6 Dolayısıyla, embriyonik kök hücre çalışmalarının 2004 yılında düzenleme yapılana kadar durdurulsun denerek yasaklanması, ÖSYM'deki kepazelikler zinciri, kadın teninin tecavüzü haklı kılan bir tahrik unsuru olduğunu savunan hocalar veya İnternet'teki sansüre karşı savaşmak size düşüyor, onlara değil.

Son bir umut olarak sanata ve sanatçıların gönül gözüne güveniyorsanız, Dolmabahce'deki toplantıya çağrılan Hülya AVŞAR, İbrahim TATLISES, Seda SAYAN gibi kişilerden kaçının sanatçı—yani, yaratıcı7— sıfatını hak ettiğini düşünün derim. Bir de, bu toplantıya Fazıl SAY gibi evrensel yeteneklerin çağrılmadığını buna ekleyin. Elde var, hüzün değil mi? O zaman, hüznünüzü kahıra çevirmeme izin verin de size tiyatrodaki sakız şovuyla başlayan türban harekatını ve Kültür Bakanı'mızın bu saygısızlığı tiyatro sanatçısı Tolga TUNCER'i maaş cezasıyla cezalandırarak kapattığını hatırlatayım.

İşin özeti, Türkiye yine gerçek gündemini tartışmıyor. 3G teknolojisine 4G teknolojisinin denenmeye başladığı tarihlerde 112. sırada geçen, Avrupa'nın yarısı olan İnternet erişim hızıyla dünya 59'uncusu bulunan, sansürde adı Çin, İran, Kuzey Kore ile anılan ülkemizde durumun 12-Ağustos-2011'de yürürlüğe girecek filtre ile daha da kötüleşeceği gün gibi ortadayken; mahkemeler hak aranan yerler olmaktan çıkıp karşıt görüşlerin cezalandırıldığı, toplum düşmanı kişi ve görüşlerin zaman aşımı gerekçesiyle salındığı yerler haline dönmüşken; bilimselliğin bir kaygı olmadığı öğrenim kurumlarında öğrenim değil talim-terbiye veriliyorken; ülkemiz demokratikleşme kisvesiyle gözümüzün önünde bölünüyorken; vergi listelerinde adı bile olmayan bir gukinin Kanal İstanbul'a 30 milyar $ vermesini televizyonlara taşıyıp bunu tartışmak olsa olsa CAVUŞESKU ve MARCOS'a geç kalmış bir saygı duruşudur.


  1. Bu noktada, Osman ALTUĞ'un önerdiği çok basit bir makullük testi var: 25.000 $'lık kişi başına gelirle, dört kişilik bir ailenin yıllık geliri 100.000 $'a ulaşıyor. Diğer bir deyişle, dört kişilik ortalama Türk ailesinin evine ayda 8.333 $ girmesi gerekir. Bu size makul geliyor mu? Yok, aslında o rakam satın alma gücünü gösteriyor, asıl rakam daha düşük diyorsanız size katılırım. Ama, sizin de benimle birlikte yetkililere, bizimle dalga geçmeyin demenizi beklerim. Çünkü, yurtdışına giden ya da İnternet'ten alışveriş yapan yurttaşlarımız diğer ülke vatandaşlarından daha az para ödemiyor. Küreselleşmeden bu kadar çok konuşup Türk insanını kendi evine hapsetmek ne kadar tutarlı olabilir ki?
  2. Türkiye'nin en uzun yüksek büyüme döneminin planlamalı ekonomi politikalarının izlendiği 1960'larda olması boşuna değil.
  3. Tümcenin uzunluğu için özür dilerim. Ancak, başka hangi gelişmiş ülkede böylesine vahim bulgular bir arada bulunabilir ve hangi ülkenin kamuoyu bu kadar uzun süre bunu göz ardı edebilir? Siyasi iktidar, yandaşlarına gazete-tv satın alması için devlet bankası (ve yurtdışından) kredi bulacak, maden kazasında dokuz madencinin üstüne koskoca dağ çökecek ve bunlar neredeyse haber kanallarının bültenlerinde geçiştirilecek, olur mu böyle şey? Bunun içine görevini kötüye kullanarak spekülasyon yapıp 10 ay hapis yiyen Merkez Bankası müdürünü ve jöleli basını da katarsanız tabii ki olur. Olanın adına da ileri demokrasi denir.
  4. Dünyada bir benzeri var mı acaba? İktidar partisi milletvekillerine soruluyor: Cumhurbaşkanı'nın görev süresi kaç yıl? Abdullah GÜL sempatizanı olanlar 7, R. Tayyip ERDOĞAN taraftarı olanlar 5 derken kimileri, önemli değil zamanı geldiğinde karar veririz, diyor. Hukukçular arasında da, maalesef, benzer bir uzlaşı eksikliği var. Benim görüşüm, böylesine bir belirsizlik ve ciddiyetsizlik kabile devletlerinde bile olmaz!
  5. Bir sonraki adım, bu kadarı da olur mu demeyin, Ferhat SARIKAYA'nın Deniz Feneri davasının başına getirilmesidir gibi geliyor bana.
  6. Size gerçeküstü gelebilir ama verdiğim örneklerin hepsi doğru ve kimi zaman akademik titr taşıyan kişiler tarafından savunuluyor. Bu palavraların bir çeşitlemesi için, Turgut ÖZAKMAN'ın yazdığı Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar kitabını okumanızı ve çocuklarınıza okutmanızı öneririm.
  7. Sanayi ile aynı kökten gelen sanat, Arapça'da yaratmak, üretmek anlamına geliyor.