25 Ağustos 2011

Mantığa Meydan Okuyan Ülke: Türkiye

Çin atasözü, baktın ki başkalarını değiştiremiyorsun kendin değiş, demiş. Ben de bunu, baktın ki, başkalarını haklı olduğuna inandıramıyorsun onların haklı olduğunu kabul et, şeklinde kendime uyarlamaya karar verdim. Ama, yine de düşündüklerimi yazarsam, bir umut, değişmekten yırtabilirim belki. Malum, filozoflar mükemmel olanın değişemeyeceğini söylemiş.

Kendim konusunda pek iddialı değilim ama, halkımızın mükemmelliğine kani olduğumu söylemeliyim; ne de olsa, son 60 küsur yıldır adı değişmekle birlikte aynı zihniyete oy vermekte ve son on yıldır da, 80 yılda ne yapıldı ki, diyerek Cumhuriyet Devrimi'ne olan "yıkılmaz" güvenini açığa vuranlara inancını yinelemekte. Evet, ülkemizde saçma şeyler söyleyip saçma şeyler savunmak çok demokrat olmanın ikinci koşulu. Birinci koşul, neyin caiz olduğuna karar vermek için demokrasimizin Humpty Dumpty'lerini örnek almak.

Humpty Dumpty'lerimize inanacak olursak, ortalama bir vatandaşın okulda kalma uzunluğu 5-6 yıl olan ülkemizde, demokrasiyi iyileştirmenin yolu Anayasa'yı değiştirmekten geçiyor. Bazı illerimizde intihar süsü verilen töre cinayetlerinin astronomik bir şekilde artması, Ramazan nedeniyle zihni açılan halkımızın yönelttiği, cinlerle evlenmek caiz mi, sorusunun sayfalar dolduracak bir saçmalıkla TV'lerimizden yanıtlanması,1 ülkemizin kadınların istihdamı bakımından %21.62 ile 189 ülke arasında 179. sırada olması, ... bütün bunlar, Anayasa'yı değiştirdiğimizin ertesi günü tarihin acımasız kıyma makinesinde yok olacak. Belki, Anayasa'ya eklenecek fay hattının başka yerden geçirilmesi kararı letafetindeki birkaç ileri demokrasi maddesi işi halleder ama...

2011 Seçimleri ve sonrasına dair, bana mantığın ülkemizde artık hüküm sürmediğini düşündüren bazı gözlemlerimi paylaşmaya, Recep Tayyip Erdoğan'ın Bayburt'taki seçim mitinginde söylediği ve Türkiye'deki ana sorunu gayet güzel açıklayan bir veri ile başlayayım. Başbakanımız bu mitingde, CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru sonucunda Bayburt'un milletvekili sayısının bire düşürüldüğünü söyledi. Büyük şehirlerde 150 bin nüfusa bir milletvekili düşerken kendi şehirlerinde 40-50 bin nüfusun bir milletvekili çıkarmaya yetmesini temsilde adaletsizlik olarak görmeyen Bayburtlular'ın alkış ve yuhalamalarıyla karşılanan bu açıklama aslında Anadolu'nun içine düştüğü ekonomik çöküşü simgeliyor. İnanmıyorsanız, Tarhan Erdem'in yaptığı bir seçim öncesi çalışmadan aldığım şu Türkiye haritasına bir göz atın.


Biraz dikkatli bir göz, Anadolu'nun birkaç şehre boşalmakta olduğunu görecektir. Az da olsa nüfus sayım sisteminin değişmesinin de katkıda bulunduğu bu tablonun tek bir açıklaması olabilir: Anadolu'da işler iyi gitmiyor. Yarısından fazlası dört veya daha az sayıda milletvekili çıkaran şehirlerimiz hayaletleşirken, büyük şehirlerin nüfusu patlamakta. İş o kadar kötü ki, Hüseyin Çelik'in İzmir'e örnek olarak gösterdiği Konya iki milletvekili kaybederken, İzmir iki milletvekili kazanıyor. Ülkemizin kara deliği olan İstanbul'un on beş artışla 85 milletvekiline çıkması durumu biraz daha netleştirmekte: Anadolu, sakinlerinin %71'i bir kuruma veya kişiye borçlu ve %71,3 oranında yargıya güvenmediğini söyleyerek yolsuzluğu %2,3 ile sorunlar listesinde son sıraya iten taşı toprağı dert yumağı İstanbul'a boşalıyor.3 Tablo o kadar acı ve net ki, TÜİK'in yaptığı istatistik sihirbazlığı ile %10'un altına inen işsizlik rakamlarının şu ayrıntıları bile Anadolu'yu kandıramıyor: Mayıs 2011 işsizlik anketine göre, işsiz sayısındaki 490 binlik azalışın yarısı tarımdan, yani Anadolu'dan, gelirken, imalat sanayiinde, yani büyük şehirlerde, işsiz sayısı 40 bin artıyor. Anlayacağınız, Anadolu'daki deprem o kadar büyük ki, vatandaşlarımız ata topraklarını bırakıp binalarının %72'si ruhsatsız, kamu binalarının %80'e yakını depreme dayanaksız İstanbul'a geliyor; Kanal İstanbul'daki lüks konutlarda 21. yüzyılı yaşamaya değil!

Beni, deyim yerindeyse çaresiz hissettiren ikinci gözlemimi, uydurma bir senaryo ile anlatayım. Yıl 2011, yer Almanya'nın Protestan ağırlıklı bölgelerinden birinde bir seçim meydanı. Angela Merkel, aşka geliyor ve seçimdeki en büyük rakibinin Katolik olduğunu söyledikten sonra, Papacı birine güvenilemeyeceğini ilan ediveriyor. Daha önceleri Katolikler'e eşit haklar verilmesi için bu mezhebin temsilcileriyle defalarca bir araya gelen Şansölye'nin bu ifadesi, meydandaki binlerce kişi tarafından Katoliklik'e yağdırılan yuhalamalar ile takip ediliyor. Kabus gibi, değil mi? Maalesef, Türkiye için bu senaryo belki eskiden kabustu ama artık gerçek. Çünkü, Başbakanımız miting yaptığı birkaç şehirde, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alevi olduğuna atıfta bulunduktan sonra, nüfusumuzun %30'a yakınını oluşturan bu kitleyi yuhalattı.

Ülkemizin geleceğine ilişkin kaygılarımı artıran üçüncü gözlemim, seçim sonrasında kurulan ustalık kabinesi üyelerinin neredeyse aynı tornadan çıkmış olmaları. Aşağıda listelediğim maddelerden de görülebileceği gibi, bir önceki kabineden bu yana değişen bir şey olmamış.

  1. Nüfusun %50'sini oluşturan kadınlarımız kabinede tek hemcinsleriyle temsil ediliyorlar.
  2. Nüfusun yaklaşık %30'unu oluşturan Alevi vatandaşlarımız kabinede temsil edilmiyor.
  3. Bakanların doğum yerlerine bakıldığında, Ankara'nın batısındaki illerde doğmuş sadece üç bakan olduğu görülüyor. Bunlardan, Bülent Arınç Bursa, Nihat Ergün Kocaeli, Veysel Eroğlu ise Afyonkarahisar doğumlu. Yani, coğrafyamızın batısı neredeyse es geçilmiş.4

Nüfusun büyük bölümlerini dışarıda bırakan böylesine—deyim yerindeyse dışlayıcı, ötekileştirici— bir kabine görevdeyken, önümüzdeki dönemin en popüler sözcüğünün uzlaşı olmayacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Aslında, bunun ilk sinyallerini aldık da. Hapisteki milletvekillerinin durumunun sürüncemede bırakılması, 644 sayılı KHK ile belediye ve meslek yönelimli kurullardaki yetkilerin Ankara'daki hükümete devredilmesi bunlardan sadece iki tanesi.



Kurbağanın, haşlak suya atılması sonrasında can havliyle sıçrayarak kazandan kaçabileceği için, hafifçe ısıtılan bir kazana atılarak yavaş yavaş kaynatılması gerektiği söylenir. Görünen o ki, 24-Ocak Kararları'yla düşük ısıda başlatılıp günümüze kadar artan ısıda sürdürülen Türkiye'yi kaynatma işi, önümüzdeki dönemde de sürecek. Bu bağlamda, yakın zamanlarda konuşacağımız olası "başarı öykülerini" şöyle listeleyebiliriz.

  1. Kumandansız kalan ordumuzun bölgeye "demokrasi" getirmesi: ABD ve İngiltere'den gelen dolduruş haberlerine bakılırsa, Türkiye bölgenin kahyalığına atanmak isteniyor ve bunun için ülke içindeki hazırlıklar tamamlanmışa benziyor. Tabii ki, Batı'nın Çin'i çevreleme politikasının belki de en önemli parçası olan bu görev, modern zamanların Hasan Mutlucan'ı olan Nihat Doğan'ın replikleri ile ayrı bir anlam kazanacak.
  2. Elde kalan devlet bankalarının (Ziraat Bankası, Halkbank, VakıfBank) yasalar değiştirilerek yeni bir özelleştirme dalgasıyla, muhtemelen yabancılara, satılması: Politik ve sosyal riskleri göz önüne aldığımda, söz konusu bankaların hepsinin satılabileceğini düşünmüyorum ama Vakıfbank gidecek gibi gözüküyor.
  3. Sağlık sektörünün yabancılaştırılması: Sağlık turizmi ile başlayan yabancı ilgisi, Türkiye'deki sağlık kurumlarının alınmasına doğru gidecek gibi gözüküyor. Tıpkı, Türkiye'ye turist gönderen acentaların zamanı geldiğinde otellerden ortaklık istemesinde olduğu gibi. Gelişmiş ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin yükünü azaltacak bu tür bir girişim, ülkemizdeki pek çok sağlık kurumunun vatandaşlarımıza, artacak katkı payları nedeniyle, daha kısıtlı bir hizmet sunacağı anlamına geliyor.
  4. Uyutucu ve uyuşturucu sektörlerin biçimlendirilmesi: Futbol liglerine yapılan operasyonun ardından başlayan ve yıllar süreceğe benzeyen "hukuki" süreç, sporda da önemli noktalara atamaların Ankara'dan yapılacağını gösteriyor. Bence bunun ilk örneğini, Aziz Yıldırım'ın yerini dolduracak kişinin seçiminde göreceğiz. Benim en güçlü adayım, bir yıl civarında bir geçiş dönemi ve Ali Koç gibi bir geçici başkanın ardından, Murat Ülker. Bu konudaki kuşkumu güçlendiren bilgi, Sözcü gazetesinin iki hafta kadar önceki bir sayısında, Başbakan'ın Aziz Yıldırım'a söylediği ve tapelerde bulunduğu savlanıp henüz tekzip edilmemiş olan şu cümle: Aziz Bey, hangi adayın başkan seçilmesini sağlayalım?

    Ülker Holding'in adı, medya içindeki yeni oluşumlarda da geçiyor. Söylenen, Ülker Holding'in Aydın Doğan'ın elindeki artık medya kuruluşlarını bir Amerikan şirketi ile birlikte satın alacağı.
  5. Bağımsız, özerk ve yarı özerk kuruluşların bakanlıklara bağlanması: Yalancıktan da olsa Arap ülkelerinin özgürleşip demokratikleşmesinden bahsedilen şu sıralarda Türkiye'nin Baaslaşmasına neden olacak bu değişim üniversite, YÖK ve yargı harekâtlarıyla başlamıştı. Sıra, koruma kurulları ve BBDK, BTK, EPDK, RTÜK gibi özerk kuruluşların ilişkin bir bakanlığa bağlanıp hükümetin emrine girmesinde.

Yine çok kötümserim, değil mi? Aslında, arasıra iyimser olunabileceğini de düşünmüyor değilim. Mesela geçenlerde, birbirinden güzel kızların voleybolda Dünya Şampiyonu olması süper mutlu etti beni. Ama, Mısırlı kızlardan uluslararası federasyondan özel izin alınarak türban ve uzun giysilerle oynayanını gördüğümde, burada da olur mu, diye sormadan edemedim. Ne de olsa, ülkemizde antrenmandan çıkmış voleybolcu kızların şortla otobüse binip kaykılarak oturması yasak ve bu yasağa uymayanlar herkesin gözü önünde tartaklanarak cezalandırılır.

İyimser olmaya gayret gösterip de kendi kendime, ustalık dönemi kötü başladı ama iyi devam etmesi için hiç mi umut yok, diye sorduğumda, pek muhterem basınımız ve mutluyum diyenlerin oranının %70-80'lerde dolaştığı halkımızın benden ne kadar farklı bir ülkede olduğunu gördüğümde işin daha da kötüye gideceğini düşünmeden edemiyorum. Alın size, 12 Eylül Referandumu öncesinde de çok ciddi boyutlarda olduğu halde ancak seçim sonrasında dillendirilmeye başlanan cari açık kaygısını. Daha 6-7 ay öncesine kadar dolar ve TL'nin eşitlenme ihtimalinden Türkiye'nin gücüne vurgu yaparak bahseden kimi milletvekilliği beklentisi içindeki ekonomist-gazeteciler, seçimin sonrasında ihracatçıyı hatırladılar ve dövizdeki önlenilmez artışın cari açığa olumlu katkılarından bahseder oldular. Alın size, balkon konuşmasında geçen "Bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır..." ifadesinde, komşularla sıfır(?) sorun politikasının felsefi ruhunu arayanların, iki ay bile geçmeden Beşar Esad'ı yönetimi bırakmaya davet etmelerini. Alın size, bir belediye otobüsünde, belediyenin çıkardığı aylık dergiyi okuduğumu görerek bana yaklaşması üzerine tanıştığım, ilkel yöntemlerle maden çıkarma, HES ve nükleer enerji santralı taraftarı, çevreci düşmanı, İvrindili polis memuru İbrahim'in, hükümetimiz bilmeyecek de protestocular mı bilecek demesini.

Anlayacağınız, bendeniz şu aralar %80'lik bir yüzdeyle yurtdışına kaçmak isteyen öğrenci milletine kızmaktan vazgeçtim. Ne de olsa, işi mantığına uydurmak için, ilkokul çocuklarının iffetlerini korumayı bir metrekarelik beze emanet eden bir ülkeyi, kadınlarına Fransa'dan 10 yıl önce seçme seçilme hakkı veren ülkeye; Avrupa Birliği kapısında bekletilmeyi kendi emellerine erişmek için altyapıyı hazırlamakta kullanan politikacıları, Cemiyet-i Akvam'a davet edilen bir devletin kurucularına tercih eden insanlara aydın denilen yere aydınlık gelmez.


  1. Yanıtı merak etmişsinizdir, söyleyeyim de içiniz rahat etsin: cinle evlenenler görülmüş olmakla birlikte, dinimizce bu tür bir sözleşme aktetmek caiz değil. Çağları karıştırmamanız için zamanı da not düşeyim: Ağustos 2011!
  2. Cumhuriyet kazanımlarının altının çok fazla oyulmamış olduğu 1955 yılında bu rakam %72.
  3. Bu sonuçları veren anketin ayrıntıları için buraya bakabilirsiniz.
  4. Ayrıntılı bilgi için, buraya bakabilirsiniz.