31 Ekim 2011

Peki Tarih Kitaplarını Kim Yazacak?

Çoğumuzun Osmanlı'nın en görkemli çağını temsil ettiğine inandığı Kanuni Sultan Süleyman'ın pek de sahiplenilmeyen icraatlarından birisi 1535'de Fransızlar'a tanınan ticari ayrıcalıklardır. Okul kitaplarımıza inanacak olursak, Osmanlı Fransa'yı neredeyse vesayeti altına almış ve bunun karşılığında tenezzül buyurarak Frenk tacirlerine özel haklar vermiştir. Zaman içinde diğer Avrupa ülkelerine de genişletilen bu uygulama tekrar tekrar uzatıldıktan sonra 1740 yılında kalıcılaşmış ve çöküş kaçınılmaz olmuştur. Halbuki, bu icraatıyla Kanuni çok gerçekçi bir karar alarak Umut Burnu tarafından açılan yeni ticaret yolunun olası yıkıcı etkilerini hafifletmeye çalışmış, Fransa'ya özel bir statü vererek Osmanlı üzerinden ticaretin çekiciliğini korumaya çalışarak zaman kazanmak istemiştir. Nitekim, 1550'ler ve 1560'ların ilk yarısı Osmanlı Portekiz'in Hindistan'daki üslerine seferler düzenlemiş, Endonezya'ya doğru sefer yapmaya niyetlenmiştir; ancak, büyük denizlere uygunsuz donanmanın başarısızlığı sonrasında Basra'ya sıkışması nedeniyle bu çabalar tarihimizin okunmayan sayfalarına hapsedilmiştir. Bu konudan bahsedenler—örneğin, 2004 Endonezya depremi ve tsunamisi bağlamında—genelde bu seferlerin İslam aşkına müminleri Hrıstiyan zulmünden kurtarmak için yapıldığını söylerler. Böylece, Kanuni ve yakınındakilerin devlet adamlığının göstergesi olan bu serinkanlı kararlar, bir anda din aşkıyla sağa sola saldıran hayalcilerin başarısızlıkları haline gelir. Oysa, Kanuni basiretsizliğin en büyüğünü, bu seferlerin birinden başarısızlıkla dönen harita mühendislerimizin piri 86 yaşındaki Piri Reis'i idam ettirerek işlemiştir. Benzer şekilde, ne kadar anlamak istemesek de, Fransızlar'a verilen ayrıcalıklar mecbur kalınan, mantıklı bir manevradır; mantıksız olan, cihan padişahı dediğimiz birisinin babasının 1515 yılında fermanla Müslümanlar'a yasakladığı matbaayı yönetimde bulunduğu 46 yıl boyunca serbest bırakmamasıdır. Heyhat, orada da tarihi menkıbelerden öğrenmek isteyenlerin imdadına hattatların matbaa işini gördüğü palavrası yetişmektedir.

Bilirsiniz, Anadolu'da birçok Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Pir Sultan Abdal vardır. Birileri çıkar, çoğu zaman okul kitaplarından "örnek" hükümdar diye öykünerek okuduğumuz birine başkaldırarak halkın özlemlerine tercüman olur. Sonraları bu halk kahramanı adeta soyut bir kavram haline dönüşür ve ortalık aynı ada sahip insanlarla doluverir. Zaman yolculuğu yapıp da o tarihlerde yaşayan insanlara ortalıkta dolaşanların duyduklarını yapan kişi olmadığını söyleseniz, muhtemelen canınızdan olursunuz. Çünkü, otoriteyi sağlamanın tek yolu olarak zulmün kanıksandığı bir yerde farkındalık ne mümkündür ne de iyi bir şeydir; cemaat kendisini tarih sahnesine şeyhi uçurarak yerleştirmektedir. Bunun zamanımızda da pek değiştiğini düşünmüyorum. Aslında, kahramanlar egemen güç tarafından yaratılarak toplumun tüketimine sunulduğu için, işin bu yönü günümüzde daha da kötü bir hal almış durumda. Gelecekteki bir halkbilimcinin günümüz Türkiye'sinin kahramanlarını incelediğini bir düşünsenize! Turgut ÖZAL, Muhsin YAZICIOĞLU, Mehmet AĞAR, Recep Tayyip ERDOĞAN, Nihat DOĞAN, Seda SAYAN, vs.

O zaman soru şu: günümüz Türkiye'sinin tarihini kimler yazacak: saray dalkavuklarının günümüz uyarlamaları mı, halk türküleri mi? İnternet'te dolaşan "ileri demokrasi" polislerine hemen söyleyeyim, benim yazmayacağım kesin. Ne de olsa ben yazsam bile basılmadan toplanır! Ama, şurası kesin ki, torunlarımız da bizim gibi olursa bu sorunun pek de bir anlamı olmayacak. Çünkü yazılan kitaplar, kim yazarsa yazsın, okunmayacak. Ancak, gavur kendine iş edinip bizim tarihimizi yazarsa, ki bu dedeleri Osmanlı tarihini Hammer'den okuyan bendenizi hem hüzünlendiriyor hem de sevindiriyor, iş başka. Ne de olsa, bu arkadaşlar Türk gazetelerinden başka kaynakları da kullanılırlar ve ortaya okunabilir, tarih sahnesindekilerle çelişmeyen bir şeyler çıkar. Ama size itiraf edeyim, adamların işi çok zor olacak. İşi kotarabilmek için, zaman içinde yolculuk yapıp bize sormaları olanaksız gözüktüğüne göre, tarihçi dostlarımızın psikolog ve halkbilimci ordusuyla birlikte çalışmaları gerekecek. Çünkü, hükmedenler içinde öteki ben (İng., alter ego) olgusunun bu kadar çok kendini gösterdiği—galiba göstermek zorunda kalıyorlar—halkın gerçeğe kulaklarını tıkadığı—galiba sağırlar—bir başka ülke var mıdır, bilmiyorum. Bir ihtimal, Türkiye'yi örnek alıp "şeriat demokrasisi" gibi bir garabeti gerçekleştirerek ABD ve AB'den alkış alan Arap ülkeleri olabilir!

Turgut ÖZAL'ı çoğunuz hatırlarsınız. 24.Ocak.1980 Kararları zamanında DEMİREL'in kanatları altındaki bu kişilik, kararların devamının siyaseten olanaksızlığı nedeniyle dışarıdan kotarılan 12.Eylül.1980 Darbesi'nin 3 yıla yakın bakanlığını yapmış ve askerler tarafından onay verilen üç—evet sadeçe üç!—partiden birinin başına geçerek iktidara gelmiş, ülkemizin şu an içinde bulunduğu dağılma sürecini başlatmıştır. 1977 Seçimleri'nde o dönemin dinci partisi MSP'nin İzmir 1'inci sıra senatör adayı olup seçilemeyen Turgut ÖZAL, 1987'deki halkoylamasında siyasi yasakların kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Kartelleşmenin önünü açıp basının içinde bulunduğu zavallılığa sebep olan Turgut ÖZAL'ın büyük oğlu Ahmet ÖZAL, yasal olmadığı halde şu an Türkiye'yi soyduğu paralarla Paris'te gününü gün eden Cem UZAN ile ortaklaşa Star Televizyonu'nu kurmuştur. Bütün bunlara rağmen, medyamızın "aydın" kontenjanından yorum yapan gölge veremeyecek kadar küçük mensuplarına bakacak olursanız Turgut ÖZAL, ikinci Atatürk ve bir reformist demokrattır. Tümce içinde geçen somut ve soyut tüm kavramların ırzına geçen bu yorumun yorumu ise geleceğin tarihçilerine bırakılmış gözükmektedir. Çünkü, günümüz Türkiyesi'nde Turgut ÖZAL bir azizdir ve ölümü genellikle seçim öncelerinde olmak üzere çok uygun zamanlarda tekrar tekrar ileri sürülerek, halkımıza yel değirmenlerini yenecek "demokrat, liberal bir yiğitin" Büyük Patlama'dan da sorumlu olan Ergenekon tarafından öldürüldüğü konusu işlenmektedir. Çözüm nedense Özal Ailesi'nin tüm ısrarlara karşın vermediği deliller ve kontrol izinleri nedeniyle diğer seçime kadar ertelenmektedir.

1980 öncesinde Ülkü Ocakları'nın başkanlığını yapan ve bu makamın en uzun süre sahibi olma özelliğine sahip Muhsin YAZICIOĞLU'nun durumu da farklı değil. O dönemdeki kan gölünden sorumlu iki kutuptan birini temsil eden bu örgütün 12 Eylül mahkemelerinde sol örgütlerinkinin aksine örgüt olarak değil ayrı ayrı bireysel davalarla mahkeme edilmeleri sayesinde birkaç yılla kurtulan Muhsin YAZICIOĞLU, 1980 sonrasında kendini şiir yazmaya vermiş, MHP'den ayrılarak AKP'nin öncülü RP ile seçim işbirliği yaparak Meclis'e girmiştir. Kendisini taşıyan helikopterin uçuş kayıtları, bu konunun üzerine gittiğine inanılan bir hükümet ve yargının varlığına rağmen, yıllardır ortaya çıkmamıştır. Buna karşılık, hapishanelerdeki nüfusun yarısından fazlasının suçları kanıtlanmadan zanlı olarak hücrelerde süründüğü ülkemizde aziz mertebesine geçişin daha hızlı olduğu da pek görülmemiştir. Hiç kuşku yok ki, parasız eğitim istedikleri için deyim yerindeyse 16 ay hapiste unutulan öğrencilerin ülkesinde bunun yorumunu yapmak bizim işimiz olamaz; önümüzdeki seçimler ve diğer önemli kavşaklarda yeniden hatırlanacak bu olay, olsa olsa geleceğin HAMMER'lerinin psikolog ve halkbilimci ordusuyla birlikte yapacağı araştırmalarla yorumlanabilir.

İzmir milletvekili Mustafa BALBAY'ın daha önce hiç tanımadığı sağ görüşlü kişilerle birlikte kendi gazetesine bomba atmayı planladığı senaryosuyla üç yıla yakındır hapiste tutulduğu ve Deniz Kuvvetleri'mizdeki yüksek rütbeli subayların yarısından fazlasının kurulmamış şirket ve NATO birliklerinin kuruluş tarihlerini kusursuz bir biçimde öngörerek hazırladıkları darbe planları nedeniyle hapiste tutulduğu ülkemizde, Susurluk örgütlenmesindeki ağırlığı ortada olan Mehmet AĞAR'ın durumu da benzer bir araştırma gerektiriyor sanki. Emrindeki adamların içeriye atılıp kendisi dışarıda kalan bir örgüt lideri görünümü veren bu eski Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı, sanki hapse girmeme noktasında bir bağışıklığa sahip. Susurluk davasında aldığı hafif ceza dışında Ergenekon bağlamında hiç danışılmayan bu şahsiyetin ANAP-DYP birleşme çabalarını dinamitleyerek diğer "orta sağ" partiye verdiği dolaylı destek, geleceğin tarihçilerinin gözünden kaçmayacak gibi geliyor bana.

Henüz tarihe geçmekte olan şu anki Başbakan'ımız Recep Tayyip ERDOĞAN ise, beni en çok şaşırtan kişilerden. Bir yandan "Van Münüt" diyerek özlenen lider izlenimini verirken Irak'taki Amerikan askerleri için dua edilmesini istemesi ve BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmesi, öte yandan NATO'nun Libya seferine koyduğu yerinde postadan bir hafta geçmeden cayması ya da gazetecileri, bazı gazeteleri dışlayarak, çağırdığı toplantıya gazete patronlarını da çağırması şaşkınlık sebeplerimin sadece üç tanesi. Ayrıca, İstanbul Belediye Başkanlığı'na seçilmesi öncesinde halkla ilişkiler stratejisinin bir parçası olarak kendisinin de ruhsatsız bir evde oturduğunu söylemesi belleklerden silinmemişken, Ayamama Deresi Taşkını ve Van Depremi sonrasında muhalefet partisi lideri gibi konuşarak ruhsatsız binaların yıkılacağını söylemesi de bende geleceğin yetenekli tarihçilerinin işini psikolog yardımı olmaksızın yapamayacağı inancını uyandırmakta. Çünkü bu günleri yaşayan bendeniz bile, Anadolu'da dolaşan birçok Yunus misali, bazen birden çok sayıda Recep Tayyip ERDOĞAN'ın olabileceğini düşünüyorum. Buna, Sulukule'de toplu yerinden etme haline dönüşerek icra edilen kentsel dönüşümün, yüzyıllar boyunca oya gibi işlenerek oluşturulan İstanbul siluetinin sadece Salacak'tan bakıldığında korunduğunun mimar Belediye Başkanı Kadir TOPBAŞ tarafından itiraf edilmesi eklendiğinde iş daha da sarpa sarıyor. İnsan sormadan edemiyor: Acaba Kadir TOPBAŞ hangi partiden, İstanbul son on yedi yıldır hangi partiler tarafından yönetildi?

Kafa karıştırıcı değil mi? Yukarıdakilerin arasında beğenmediğiniz pek çok şey olabilir ama yazılanların hepsinin doğru olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunları, Kürt ayrılıkçıkları gerilla ve özgürlük savaşçıları, aydın ve askerlerimizi ise tarihin başından bu yana hüküm sürmüş bir melanetin baskına uğramış yılmaz savunucuları olarak gören yaratılmış egemen düşünce ortamı ile düşündüğünüzde, işin aslında pek de karışık olmadığını, her şeyin apaçık ortada olduğunu göreceksiniz. Yalçın DOĞAN'ın 30.Eylül.2011 tarihli köşesinden bir alıntıyla yardım etmeye çalışayım. Mecliste temsil edilen bir siyasal partinin önde gelen isimlerinden biriyle yapılan konuşmadan aktarılan özet, söz konusu partinin Anayasa ile ilgili kırmızı çizgilerini de içeriyor.
  • Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık tanımı değişmeli.
  • Tevhid-i Tedrisat kaldırılmalı.
  • Atatürk İlkeleri Anayasa'dan çıkarılmalı.
  • Kamusal alanda türban serbest bırakılmalı.
  • Yerel yönetimlerin yetkileri artırılmalı.
  • Anayasa'nın değiştirilmez maddeleri kaldırılmalı.
Yukarıda verdiğim maddelerin hangi partiye ait olduğunu sorarsam, sanırım çoğunuz bunun AKP'nin sözde liberal kanadını yansıtan bir memorandumun parçası olduğunu düşünebilir. Gelin görün ki, bir maddesini vermediğim bu liste BDP'ye ait ve dışarıda bıraktığım, Güneydoğu'da Kürtçe, Türkçe ile birlikte ana dil olmalı, maddesi de AKP tarafından kabul görebilecek bir madde. Bütün bunları, iptal edilen Cumhuriyet Bayramı törenleri ile birlikte düşünün, iş ortaya çıkacaktır: kaç tane Yunus vardır belki bilemeyiz ama, bir tane AKP ve BDP var; Batılılar'ın gözünde 1. Süleyman muhteşem olabilir ama benim gözümde birçok iyi şeyin yanında uzun yüzyıllar bizi zorluklara sokan icraatların kimi zaman gönüllü kimi zamansa gönülsüz sorumlusu! Aklınızda olsun!