05 Haziran 2015

2015 Genel Seçimleri...

Yakup Kadri, Sodom ve Gomore adlı romanında Halife Vahideddin'in payitahtı İstanbul'un işgal yıllarında yaşadığı çürümeyi anlatır. Türk olduğu anlaşıldığında bunu inkar etmek için çırpınan Madame(!) Jimson'dan tutun da, çevresinde ona yaltaklanmak için kendilerini helâk edenlerden tiksinen İngiliz asker Yzb. Jackson Read'e kadar pek çok şey sanki zamanının Wikileaks belgelerinden yazılmış gibidir. Ülkelerini savunmak için kendilerini ateşe atanların Malta'ya sürgüne gönderildikleri ya da şeyhülislam tarafından kafir ilan edilip Sultan'ın fermanıyla idama mahkum edildiği bu dönem, günümüzün yurtsever aydınlarına tarihin, ne yazık ki, tekerrürden ibaret olduğunu haykırmaktadır adeta. Dinci ve sözüm ona liberallerin ortak ülkülerine ulaşmak amacıyla öbekleştiği Hürriyet ve İtilaf Fırkası yerini Ayakkabı Kutusu Partisi'ne bırakırken, İngiliz Muhipleri Cemiyeti1 üyesi şeyhülislamın rolü ABD'de yaşayan ve ülkedeki süresiz oturma izni (yeşil kart) başvurusu CIA Ortadoğu görevlisi tarafından desteklenen din alimi tarafından oynanmaktadır. Malta Zindanları'nın Silivri Zindanları ile değiştiği hazin tabloda, idam fermanları yerini Özel Yetkili Mahkemeler'de verilen ömür boyu hapislere bırakmıştır. Kamu parasının "adil" ihalelerle "uzman" firmalara akıtılması sonrasında "zekât" olarak kurulan medyanın pek mahir kalemşorlarınca sergilenen Ali Kemal'i aklayıcı performanslar, gizlice İslam'ı seçmiş cihan hükümdarı geleneğinin Napolyon ve II. Wilhelm'den Prens Charles ve Kenyalı Hüseyin'e geçmesiyle birlikte düşünüldüğünde, elbette ki, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi halifenin tüm Müslümanlar'a hükmettiği bir "imparatorluğun" dünya Müslümanlar'ının ileri demokrasiyle yönlendirildiği dünya lideri bir ülke ve lideri tarafından hak ettiği biçimde ihya edildiği gerçeği gözden kaçmayacaktır.

Bu "parlak" tablo, Nazım tarafından Abidin Dino'ya yöneltilen 'Mutluluğun resmini çizebilir misin?' meydan okumasının, ülkemiz insanlarınca 'Hülöğğ' denilmek suretiyle kolaylıkla karşılanabileceğini düşündürebilir. Bu konuda pek emin olmamakla birlikte, 2015 Genel Seçimleri öncesinde ülke olarak kaydettiğimiz ilerlemelerin tarihe not düşülmesi adına bunun denemeye değer bir hedef olduğunu düşünüyorum ve huzurlarınızdayım. Sözgenliğimin yetersiz kaldığı yerler için şimdiden özür dilerim.


Giriş


Yakındoğu kültürünün belki de en muhteşem yazın ürünü olan 1001 Gece Masalları'nın tekrarlayan temalarından biri, halifenin şehri gezmesi sırasında önüne çıkan birisine olmadık bir biçimde vezirlik bahşetmesi ve söz konusu kişinin görevini uzun bir süre başarıyla ifa etmesidir. Yapılması gereken tek şey, halifenin yönelttiği tuzaklı bir soruyu cingöz bir şekilde yanıtlamaktan ibarettir. 1001 Gece Masalları'nda en çok geçen sözcüklerden biri olan 'baht' ile açıklanan bu durum, kimi zaman kör, topal ve ümmi bir dilencinin vezirliğiyle de bitmez, yeni vezirin halifenin kızlarından en güzelini kapmasıyla da taçlanır. Alınması gereken ders, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan halifenin mutlak güç sahibi olduğu ve geri kalan herkesin hiçbir şey ifade etmediğidir. Ortalama garibanın görüş alanı içindeki herkes için geçerli olan bu "eşitleyici" ilke—elbette ki, düzeni oluşturan güçlüler bundan etkilenmez—devlet yönetimini çok kolaylaştırır. Zamanın yavaş aktığı coğrafyada herkes biat eder, vadesi geldiğinde hak ettiği bir biçimde ölmeyi dileyerek yaşar ve yaşarken sürekli ölüm sonrası vaat edilen ödülü hayal eder. Toplumu baskılayan miskinliğe meydan okuyan kişiler ise, "eşitlik" duygusunun düşmanı ilan edilirler ve tanrının değişmez düzenine2 karşı çıktığı için en ağır bir biçimde cezalandırılırlar.

Toplumun edilgen yapısı, zaman içinde [genelde] Yakındoğu'ya has bir kurumun işleme sokulması beklentisine neden olur: peygamberlik. Matbaa'nın yaygınlaşmasıyla ortaya çıkma sıklığı azalan peygamberler, bir şekilde azan ve değişmez düzeni değiştiren(!) insanları yeniden yola sokmak için eski mesajın yeni bir uyarlamasını getirirler. Doğal olarak eski inancın takipçilerine hitap eden yeni peygamberler, çoğu zaman eski dinin takipçilerini ikiye böler. Bunlara en güzel örneklerden biri, 1666 yılında İzmir'de ortaya çıkarak Osmanlı'nın Musevi cemaatine bekledikleri mesihin kendisi olduğunu ilan eden Sabetay SEVİ'dir. Osmanlı dışındaki Museviler'i de etkileyen bu şahıs, kendisine inanmayan cemaatin huzurunu kaçırır. Ne de olsa, ortaya çıkacak bir kaynaşma Saray'ın dikkatini çekecek ve önerilecek çözüm muhtemelen tüm Museviler için acılara neden olacaktır. Dolayısıyla, Saray durumdan haberdar edilir ve çözüm için yardım ricasında bulunulur. Bunu üzerine SEVİ, huzura çıkması için Saray'a çağrılır. İzmir'den yola çıkarken SEVİ'nin mesih olduğundan emin takipçileri, Edirne'deki IV. Mehmet'in dünya hükümranlığını mesihe devredeceğini hayal etmektedirler. Bu hayal, İslam'a geçmesi ve başını omuzları üstünde taşımak zorunluluğundan azad edilmesi seçeneklerinin sunulması sonrasında Sabetay SEVİ'nin ilk seçeneği yeğlemesi ve Saray'ın maaşlı memuru olmasıyla boşa çıkarılır. Ne var ki, takipçilerden bir bölümü yollarından dönmez ve bu uğursuz olayın vaat edilen büyük ödül ile orantılı zorluktaki sınavın bir parçası olduğunu düşünürler. Mesihin hükümranlığı ölümünden önce ilan edilmesi garantisiyle birlikte ertelenmiştir. İnananların yapması gereken, onun gösterdiği yoldan giderek İslam'a dönmüş gibi yapıp beklemektir. Gelin görün ki, ecel Sabetay SEVİ'yi bulduğunda daha önceden planlananlardan hiçbiri gerçekleşmemiştir. İnanan kitlesi biraz daha azalır ama kararlılık artar. Ne de olsa, tanrının seçtiklerinden olabilmek için verilmesi gereken sınavın zorlu olması ve mantığa meydan okuması normaldir. SEVİ'nin öteki taraftan dönmesine bağlanan dünya hükümranlığının gerçekleşmesi beklentisi, zaman içinde Dönmeler olarak anılmaya başlanan bu kitlenin eğitim düzeyinin yükselmesiyle birlikte yok olur ve Dönmeler laik birer Müslüman olur çıkarlar. İki yüzyıldan uzun süren bu ağrılı sürecin öğrettiği ders açıktır: cehalet kişinin imgelemini zehirleyen bir hastalıktır; cehaletin bir toplumda yaygın olması onun hastalık olduğu gerçeğini değiştirmez.

Cehaletin belki de en kötü türü, büyük kentlerimizi çirkin kasabalar federasyonuna çeviren cingöz kasabalı cehaletidir. Köyde yaşayıp doğanın yasalarını çaresizce kabullenen köylü ile kentte yaşayıp insan yapımı kuralları benimseyen kentsoylu arasında kalan devekuşu misali bu insan, kurallarını koşulların dikte etmesine göre kendisi uydurur. Bu arkadaş için diğer kentlilerin ve kentin hakları yoktur. Zihinsel gelişimi henüz duygudaşlık kavramının oluşmasına el vermemiştir ve çıkar kavramı başarının önkoşulu olarak yüceltilir. Trafik lambaları futbol takımı renklerini anımsatan kimi zaman gerekli gözükse de çoğu zaman klaksonlarla protesto edilen gereksiz ayrıntılardır; vergi daireleri ise içinde çalışan sülük memurların maişetini sağlayan lüzumsuz yapılardır. Tek katlı kâgir köy evi yapıcılığından çok katlı betonarme apartman inşa eden müteahhitliğe kolayca geçilmiştir ama şehir plancısı, mimar, peyzaj mimarı ve inşaat mühendisi olmak ona çok uzaktır. Bu meslekler cingöz kasabalının ve onun gayretkeş kardeşlerinin yükselişini engellemek için adeta uydurulmuştur. Bütün bu hezeyanlar kendini kesilen veya inceltilen kolonlar, alacalı bulacalı boyanmış fasadlar ve otoyol kavşaklarına hapsedilmiş yeşillik olarak gösterir. Aslolan meslek sahibi olmak değil iş tutmaktır; planlayıp yapmak değil kotarmaktır. Doğa yasalarını depremlerde ve otoyolları nehirlere çeviren sellerde hatırlayan cingöz kasabalı, bilimi insan yapımı bu felaketlere karşı çaresiz olmakla suçlamak dışında hiçbir zaman hatırlamaz. Durum böyle olunca Kalvenci itikada sahip bir "dindar" olmak zarurete dönüşür; cennete girmek için insaf sahibi olmak değil belli bir dinin belli bir grubundan olmak gereklidir. Ama en önemlisi, zenginleştiğinde kendisini taşı sıksa suyunu çıkaracak derecede çalışkan olmak bahtına sahip sayan bu kardeşimiz, aksi durumda kendisini bahtsız olmakla aklar. Ancak, her iki durumda da bir şey değişmeyecektir: cingöz kasabalının doğru yolda yürüdüğü herkese kendisinin fikirsel kopyası olan bir peygamber tarafından duyurulmalıdır.

Ekonomi


Ekonomi kanallarının sahiplik ilişkileri (BloombergHT Ciner'e, CNBC-e Doğuş'a ait) ve TÜİK tarafından derlenen/yaratılan istatistiklerin kuyruklu yalan olarak yorumlanabilmesi sayesinde, AKP hükümeti ve taraftarlarınca en kolay uydurulan başarı öyküleri ekonomiden geliyor. Bunlardan en ısrarla dillendirileni, ulusal gelirin yükselişi konusundaki palavra. Kişi başına gelirin 3800 $'dan 10000 $'ın üstüne çıkması veya ulusal gelirin 280 milyar $'dan 800 milyar $'a varması şeklinde ifade edilen bu "başarı öyküsü"nün koskoca bir yalan olduğu, 2008 sonrası büyüme değerlerinin çakılması ve ABD Doları'nın FED'in parasal genişlemeyi durdurma yönündeki kararı sonrasında hızlı bir biçimde yükselmesiyle ortaya çıktı. Araya sıkıştırılan 2006 ve 2010 yıllarındaki gelir hesaplama yöntemlerindeki değişikliklere rağmen, 2008 yılında 10000 $'ın üstünde olan kişi başına gelir şimdiden 8500 $'ın altına indi.3 Bir diğer deyişle; ABD Doları cinsinden kişi başına gelir son yedi yılda, artmayı bırakın, %20 civarında azaldı. Bu kötüye gidiş kendisini Türkiye'yi dünya ekonomileri içinde 17. sıradan 19. sıraya düşürerek gösterdi. Bir diğer ürkütücü gösterge, kurların yükselmesi sonucunda mallarımızın çekici olması ve dışsatım gelirlerinin artması gerekirken, ucuz döviz nedeniyle dışalıma bağımlı hale gelen dışsatımımızın düşmesi. 2015 yılının ilk beş ayında %8,3 azalan dışsatımımız Mayıs aynda %19 düşüş ile adeta çakıldı.4 Maalesef, görünen o ki, bu düşüş daha da devam edecek.

Bütün bunların yükselen kurlara bağlanarak geçiştirilmesi, kurlar düşükken ulusal gelirin artışını neden abartıyordunuz, sorusunu beraberinde getirir. Ayrıca, uygulanan ekonomi politikalarının kalıcı olan yıkıcı etkileri de var. Örneğin, ulusal gelirin %54'ü (2002'de bu değer %39) nüfusun %1'i tarafından alınıyor. Türk Telekom, GSM operatörleri, Petkim, Tekel, TAV gibi kritik şirketlerle dışsatımın motoru olmak palavrası ile onurlandırılan otomotiv sektörünün neredeyse tümü, bankacılık sektörünün büyük çoğunluğu ve büyük sağlık zincirlerinin yabancı olduğu düşünüldüğünde, %1'lik ultra zengin kesimin ağırlıklı olarak yabancı olduğu—Rıza Sarraf bu kesimin küçüklerindendir desem doğru olur—ortaya çıkacaktır. Bir diğer deyişle, ülkenin önemli sektörleri iltizamlar haline getirilerek yabancılara peşkeş çekilmiş ve kendi yurdumuzda hizmetkâr haline düşürülmüş durumdayız. Bu hazin tablonun en güzel özeti ise, insani kalkınma endeksinde 169 ülke arasında 89. sıradaki yerimiz.

Muhalefet partilerince öngörülen asgari ücret artışı, emeklilere yapılacak iyileştirmeler ve çiftçiye ucuz mazotun bu verilerin ışığı altında düşünülmesi gerekir. Son 13 yılda %1'lik sömürgen kitleye kaptırdığımız %15'i geri alacak olursak, 700 milyar $'lık ulusal gelirin %15'ini, yani 105 milyar $'ı kaynak olarak kullanılmak üzere kazanmış oluruz. MÜSİAD'ın bu önerilere karşı çıkan gazete reklamı ve bu sayfa5 ile örneklenen gayretler ise, sadece AKP'ye destek değil, uluslararası işbirlikçiliğin en bayağı halidir ve itibar göstergesi diye sunulan saray ve makam arabalarıyla birlikte vicdansızlığın tarifi olarak tarihe not düşülmelidir. Yaşam odaları kurmayarak yaptığı "tasarruf" ile rekabet gücünü artıran ve 301 maden işçisinin ölümüne neden olan işte bu iğrenç zihniyettir.

Hukuk ve İnsan Hakları


'Bu aralar hangi site, hizmet moda oldu?' diyerek İnternet'i hallaç pamuğu gibi atan biri değilim. Ama yine de blip.tv, Blogger, Facebook, Sites, Twitter, Vimeo ve Youtube gibi en çok ziyaret edilenler listesinin tepesindeki sitelerin Türkiye'de zaman zaman yasaklandığının ve bu yasaklamaların ilgili sitelerin Vikipedi'deki bilgilendirme sayfalarına not düşüldüğünün farkındayım. Bu sitelerden bazılarının yıllardır kapalı bulunduğunu da biliyorum. Teröriste terörist, hırsıza hırsız demenin de huzuru hakim kılmak adına yasaklandığı bir ülkede yaşadığımın idrakinde olduğumdan, bütün bunların beni korumak adına yapıldığını düşünüyorum. Hatta, göğüslerini siper ederek matbaa virüsünü yüzyıllarca ülkemizin Müslüman ahalisinden uzak tutan 2. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi dedelerinin izinden yürüyen Cumhurbaşkanı'mızın İnternet'i kökünden halledebileceğinden de hiç ama hiç kuşkum yok! Yazılmamış kitabın yasaklandığı bir ülkede yaşamam bu konudaki beklentilerimi çok daha gerçekçi oluşturmamı sağlıyor.

Gelin görün ki, devletin tepesindeki bir kişinin, kendi yurttaşına 'Afedersiniz, adam Ermeni' ve 'İsrail dölü' demesini, söz konusu kişiyi matbaa öncesi devrin çerçevesine yerleştirdiğimde bile, haklı bulamıyorum. Kadın-erkek eşitliğinin 'hanım kardeşlerim', 'türbanlı bacılarım' ve 'bağyanlar' hitapları ile birlikte fıtrata aykırı görüldüğü bu boğucu iklimde, imam nikahı öncesi resmi nikah gerekliliğinin Anayasa Mahkemesi'nce kaldırılmasını veya yüksek yargıdaki kadın yargıç oranının %35'ten %2,5'e düşmesini yadırgamanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Nasıl ki, Dünya'nın düz olduğunu iddia etmek bilimsel bir özgürlük değildir, kadın-erkek eşitliğine karşı çıkmak da kentsoylu bir insan için bir opsiyon olamaz. Bunun savunulabileceğini düşünenler, Sivas Katliamı suçluları için duygudaşlık çağrısı yapan AKP İzmir milletvekili Ali AŞLIK'tan farklı değildirler.

Ho Chi Minh'deki (Saygon) ABD Elçiliği'nden kalkmakta olan helikoptere binmek için çırpınanların fotoğrafı, işbirlikçiliğin varabileceği hazin noktanın çok güzel bir örneğidir. Resmedilen helikoptere biniş kuyruğu, General Harrington'ın dağıttığı İngiliz pasaportlarını almak için kuyruğa girenlerden bizlere tanıdık gelecektir. Bu bağlamda sorulması gereken soru şudur: 2015 yılı Türkiyesi'ndeki kuyruk nerededir ve bu kuyrukta kimler vardır? Epey uzunca olduğunu düşündüğüm bu kuyruğun mağrur üyelerini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz sanırım. Beynin hükmedip vurmak için elin kullanıldığı düşünüldüğünde eldivenlerin ve ileri demokratların bu kuyrukta bulunmaması şaşırtıcı gelmemelidir. Örneğin, Ankara Metrosu'nda 'Ahlaklı olun!' anonsunu yapan zavallı, kız öğrencilerin etek boylarını erkek öğrencilerden kurduğu taciz timiyle denetlemeye çalışan öğretmen müsvettesi veya TCDD trenlerinde ayrı erkek-kadın bölümleri oluşturan ilkel yaratık bu kuyruğa istese de giremez.

  • Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Casusluk, Şike, Devrimci Karargah ve KCK gibi ısmarlama davalarla ülkenin muhalif/aydın potansiyelinin bastırılması ve geleceğe dönük olarak istenen "aydın" tipi mesajının verilmesi için rol kapmaya çalışanlar.
  • Danıştay, Hrant Dink, Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi cinayetlerini örtenler ve anılan davalarda gerçeğin peşinden giderek görevini yerine getiren gazetecileri içeri atanlar.
  • Kozmik Oda'yı basanlar ve buna vesile olanlar.
  • YÖK'e, %10 barajına dokunmayan 12-Eylül-2010 referandumunda 'Yetmez ama evet' diyenler.
  • Habur Rezaleti'nin sorumluları.
  • 17/25 Aralık'ta ortaya çıkan soygun ve skandalların failleri.
  • Adrese teslim ihalelerden kazanılan paranın bir bölümüyle kurulan medyanın sahipleri ve oluşturulan bu ekosistem içine girip hak etmedikleri maaşlar için çırpınan zavallı köşe yazarları, program yapımcıları, oturum katılımcıları, vd.
  • Hükümetin kâr garantisi ile ihale alıp bunun kredisini kamu bankalarından temin eden işadamları.
  • Emrinde çalıştığı politikacının siyasi kariyerinin selameti için ordan burdan ülke sınırları içine füze sallatmayı düşünenler.
  • MİT Tırları olayını örtmeye çalışanlar.
  • Gezi İsyanı sırasında ve sonrasında insanlara uygulanan faşist baskının emrini verenler.
  • Devlet bankalarından sağlanan kredilerle yurtiçi ve yurtdışında villa alan gazeteciler, şarkıcılar.
  • ...

Özetle kardeşim, milletin a'sına koyanların topu bu menfur kuyrukta!

İçişleri


AKP tepe yönetiminin vücut diline uygun davranan bürokratlar nedeniyle ülkemizin içişleri diye bir şeyden bahsetmek aslında pek mümkün değil. Yaşadığımız ülke; 'Hırsız var!' diye bağıran vatandaşı 'Cumhurbaşkanı'na hırsız mı diyorsun?' diyerek içeri alan polislerin, hükümete muhalefeti katalog suç olarak addeden savcı ve yargıçların, AKP taraftarlığını kişisel Facebook sayfaları ve Twitter mesajlarına düzeysiz bir futbol fanatiğine rahmet okutacak şekilde yansıtan vali, kaymakam ve rektörlerin olduğu bir ülke. Bir mesajın "inceden işlenerek" verilmesi gerektiğinde ise, dizi/film yapımcıları ve senaristlerin üzerlerine düşeni yapması atılan taşın yere düşmesi kadar kesin bir şey.6 Dolayısıyla, zamanın başbakanının Reyhanlı'da ölen 53 kişinin yurttaş değil de Sünni olduğunu patlamanın hemen ardından ilan etmesi, cemevlerine ibadet yeri statüsü tanınması tartışmasında beklenen tektip tepkinin neredeyse anında oluşturulmasını sağlıyor. Aynı ipucu kullanılarak 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi de Aleviler'in olgunlukla karşılaması gereken demokratik bir hak olup çıkıveriyor. İş böyle olunca, Sünni olmayan veya kendini Sünni olarak tanımlamakla yetinmeyen grupların hakları bir açılımın konusu yapılmanın ötesine geçemiyor.

Öngörülebilirliğindeki kesinliğin karınca kolonilerininkini geride bıraktığı bu toplumsal davranış, tepe yönetimin gerçeğin hilafına senaryolar uydurmak zorunda kaldığı durumlarda bile hiç çelişki olmaksızın sergilenebiliyor. Örneğin, 'Geziciler türbanlı bacıma zulüm etti' denildiyse biri çıkıp Kabataş Yalanı'nı uydurabiliyor. Belden yukarısı çıplak, 70-80 deri giysili erkek, güpegündüz Kabataş'ın göbeğinde tenasül organlarını türbanlı bacımıza sürtüp, bacımızın üstüne işedikten sonra sıvışıveriyorlar. Görevli medyanın askerlerince görüntülerinin varlığından bahsedilerek desteklenen yalan girişimi, aksinin MOBESE kayıtlarındaki görüntülerden kanıtlanması üzerine bu sefer ilk sayfalarda sergilenen özensiz Photoshop çalışmalarıyla sürdürülüyor. Anlayacağınız, bizim müridimiz bize yeter mantığı! Aynı görüntüler, 17/25 Aralık skandallarının patlaması sonrasında da sahnelendi. Başkaları tarafından banka müdürü ve bakan çocuklarının odalarına konulduğu savlanan paralar faizi ile birlikte geri alındı; zamanın başbakanı, yurtdışından medyaya çeki düzen veren telefon konuşmasını kabul ederek savundu; milletin a'sına koyan müteahhit, Hürriyet gazetesine verdiği ropörtajda bu ifadenin rakibi olan diğer müteahhitlere dönük olduğunu söyleyerek söz konusu telefon konuşmasını kabul etti; aile üyelerine neden kriptolu telefon verildiğine değinmeksizin, bu telefonlarla yapılan konuşmaların bile dinlenildiğinden yakınılarak bu konuşmaların varlığı kabul edildi. Ama gelin görün ki, bizim koloni 17/25 Aralık'ı devlet gücü kullanılarak yapılan gayrimeşru işlerin ifşası olarak değil de, bu organize işleri ortaya serenlerin bir darbesi olarak gördü! Eh, bu durumda da savcı, yargıç ve emniyet görevlilerinin uygun mesai arkadaşlarıyla değiştirilip adaletin normal(!) akışına bırakılması ve TBMM'deki ikna edici(!) performans herkesi tatmin etti.

Yasaklar, yoksulluk ve yolsuzlukla (3Y) mücadeledeki, bu da mı faul değil, dedirten faullu hareketler, 4+4+4 sisteminin getirilmesi sonrasında ilkokul kızlarının giydiği türban ile örtüldü. Makam arabası alımı ve saray inşaatlarının daha güçlü bir şekilde sürdürülebilmesi adına hız verilen T.C. logolarını kaldırmak yönündeki çalışmalar, ulusal bayramların kutlanmasına getirilen sınırlamalar ve yeni farkına varılan Kutlu Doğum Haftası kutlamalarıyla desteklendi. Andımızın kaldırılıp 6-7 yaşındaki çocukların hiç bilmedikleri bir dildeki bir kitabı ezberleyip okumaları geleneği sürdürülerek 3Y ile mücadelenin devam edeceği mesajı kuvvetli bir biçimde verildi. Gavur icadı Pisa sınavlarındaki başarısızlıklarla pekiştirilen eğitim ve öğretimdeki dönüşümün daha yaygın bir kitleye ulaşabilmesi için aileler 3-5 çocuk yapmaları konusunda özendirilip kürtaja karşı uyarıldı. İster istemez iş bu raddeye gelince, Mehmet Sabri Efendi'nin kafir suçlamasının gereği, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarına hakaretin tenvirin ilk adımı kılınmasıyla yerine getirildi.

Her şey bir yana, 13 yıllık AKP hükümetinin içişlerindeki başarısının en somut göstergesi, sahte çek ve senet gibi birçok suçun hapislik suç olma kapsamından çıkarılmasına rağmen tutuklu ve hükümlü sayısının 160 bini bulması. Bir diğer erişilmesi güç başarı da bu kitle içindeki aydın, gazeteci ve muhalif oranının Rusya, Çin ve İran gibi ülkelere bile fark atması. Fabrikası olmayan yerleşim merkezlerine yatırım niyetine cezaevi sözünün verilmesi işi tüm boyutlarıyla anlatıyor. Sivas Katliamı ve Deniz Feneri gibi davalardaki zaman aşımı kararları da cabası!

Dışişleri


ABD Başkanı Obama'nın ülkemize beysbol sporunu ihraç etme şövenizminin fotoğrafı ile özetlenebilecek dışişleri karnesi, her biri diğeriyle sorunlu dört bölge ülkesinde (Mısır, İsrail, Suriye ve Irak) büyükelçimizin bulunmaması gibi bir diğer başarı notu ile öne çıkıyor. Bazı münafıklarca değerli yalnızlık ve gururlu onursuzluk olarak adlandırılan bu politika, Çuval Geçirme Savunması, Mavi Marmara Seferi ve One Minute Meydan Okuması ile destan yazarken, Kürecik Füze Kalkanı ve Libya İşgali'ndeki birbiriyle çelişkili olduğu zannedilen demeçler bahane edilerek tökezletilmeye çalışılmıştır.

Ermenistan ile imzalanan protokollerin başarısı ortadayken, MİT'in lojistik sektörüne silah sevkiyatı ile girmesini anlayamayan eski kafalılar, Kürt Sorunu'nun İçişleri'nin yükünü azaltmak amacıyla Dışişleri Bakanlığı uhdesine alınıp uluslararası düzeye taşınmasını da yadırgamaktadır. Herkes şunu iyice anlamalıdır: Türkiye artık eski Türkiye değildir, diğer ülkelerdeki ayrılıkçı gruplara silah sağlayabilecek kadar güçlüdür. Bu uzun erimli politikaların sonucu ortaya çıkan iki milyonu aşkın mültecinin milyarlarca $'lık maliyeti ise vatandaşlarımızın asgari ücretliye artış, çiftçiye ucuz mazot ve emekliye iki ikramiye gibi hayalci projelerin olanaksızlığını anlamasına katkıda bulunmak amacıyla yapılan bir yardım olarak görülmelidir.

Yunanistan vatandaşlarına Ege'de toprak alma hakkının verilmiyor olması, ülkemizin kendini Ortadoğu'nun bölgesel gücü olarak konumlandırmasının güçlü bir ifadesidir. Trakya'daki binlerce köylünün Yunan bankası olan Finansbank haczinde olması ve GAP Bölgesi'ndeki İsrail şirketlerinin varlığı ise, bakanlığımızın Avrupa Birliği'ne gönderdiği çok sert bir mesajdır. Hiç kimsenin sabrımızı sınamamasını tavsiye ederiz!

Sonuç olarak; One Minute Meydan Okuması'nı hak ettiği şekliyle tarihe nakşeden One Minute Platformu'ndaki kesli muhafazakar ve dahi liberal demokrat gençlerimizin katkılarıyla, Dışişleri Bakanlığı'mızın osuruktan parfüm üretme çalışmalarında çok büyük ilerlemeler kaydetmiş olduğu kesindir. Bu çalışmaların doğal gaz ve petrole kaydırılması başarılı bir dışişleri ekibinin ekonomiye bile katkılar yapabileceğini cümle aleme gösterecektir. İstanbul Olimpiyatları'nın beşinci, İzmir Expo'nun ise ikinci kez kabul görmemesi ise laf-ı güzâftır. Dünya kaybetmiştir!

Sonuç


Önceki bölümlerde paylaştıklarım sonrasında, AKP hükümetinin gidici olduğu zannına kapıldığımı düşünebilirsiniz. Ne de olsa; ülke ekonomisini batağa sürükleyen, insan haklarından anladığı tek şey türban olan, bölgesel liderlik amacıyla yola çıkıp değerli yalnızlıkla övünmek zorunda kalan, gücünü yurttaşlarını bölerek kendi yandaşlarını konsolide etmekten alan bir hükümetin hak ettiği budur. Ancak, RTE'nin Bursa'da düzenlenen bir mitingde Facebook ve Twitter'ı kapatacağı tehditini imrenilecek bir güç gösterisi olarak gören ve çılgınca alkışlayan halkımız, her baskıcı hamleyi "eşitleyici" bir etki olarak telakki etmektedir. İnternet'i kullanmayan 35 milyonu aşkın kitlenin Twitter, Facebook gibi hizmetlerin engellenmesinden kaybedecek pek bir şeyi yoktur. Okul çağı nüfusunun yaklaşık %38'inin 8 yıl sonrasında eğitime devam etmediği bu ülkede okulların imamhatipleşmesi, lise ve yüksek eğitimdeki öğrencilerin gerçek anlamda meslek edinme şansını azaltması nedeniyle, sistem dışına çıkmış olan diğer talihsiz çocuklar ve aileleri gözünde "eşitleyici" bir hamledir. Ödenen vergilerin saray inşaatı ve makam arabası saltanatına gitmesi, vergi mükellefi sayısının memur ve işcilerle birlikte nüfusun %10'unu ancak bulduğu bir ülkede beklendiği tepkiyi yaratmaz. Yolu vergi dairesine düşmeyen çoğunluğun epeyce büyük bir bölümü, 'Çalıyorsa benden çalıyor' derken büyük bir yalan atıyor olsa bile—vergi vermediği için ondan bir şey çalınması olası değil—yapılanı haksızlık olarak görmediğini ima ederken düşündüğünü söylemektedir.7

Özetlemek gerekirse, cingöz kasabalının gadrine uğrayan yurdumuz peygamberini bulmuştur. Gelişmekte olan toplumların tümünde görülen çoğunlukçuluk virüsü ile tamamlanan bu olgu, fay hattını kaldıracak güce bile sahiptir. Ne var ki, asıl tetikte olmamız gereken konu bu değildir. Toplumsal evrimin yavaş yavaş da olsa yıprattığı ve sürmekte olup şiddetlenecek ekonomik krizle yıkılacak olan bu kasabalılık boyunduruğu kendini yeniden üretme gayreti içine girmiştir. Ekonomi kanalları, yetmez ama evetçi çevreler ve Cematçiler, AKP'nin alternatifini AKP içinden çıkarmaya çalışmaktadırlar. 13 yıl boyunca AKP hükümetlerinde bakanlık ve hükümet sözcülüğü yapanlar ile Cumhurbaşkanlığı makamını hükümet noterliğine çevirenler, ülkeyi bu hale getirenlerin işbirlikçisidirler, alternatifi değil.8 Bundan dolayı, önümüzdeki seçimi 2015 Genel Seçimleri olarak adlandırmak doğru olmayacaktır: 7-Haziran-2015 tarihindeki seçimler 1-2 yıl içinde gelecek olan erken seçimlerin ilk turu olarak görülmelidir. Her iki turda da laik, akılcı, paylaşımcı ve yurtsever seçenekler öne çıkarılmalıdır.

NOT: Yazıyı bitirdiğimde yaptığım bir özensizliğin farkına vardım. 'Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Tayyip Erdoğan ...' diyerek başlık atan TRT gibi, Başbakan'ımızın adını yazımda geçirmeyi unutmuşum. Dolayısıyla, ... Ahmet DAVUTOĞLU.


  1. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin faaliyetlerinden biri, her gün İstanbul'un yoksul semtlerinde et dağıtmak. Etten makarnaya düşmüşüz yani!
  2. Düzen nasıl değişebilir ki! Değişen düzen ya mükemmel değildir, daha iyi olmak için değişmiştir ya da mükemmeldir ve değişerek mükemmel olmaktan çıkmıştır. Her iki durum da, tanrı ve onun yeryüzündeki gölgesi halife figürüne uygun değildir.
  3. Ne güzel değil mi, kalem oynatarak bir gecede %30'u aşan bir artış yaratmak ve bununla övünmek. Sakın üzülmeyin, Ali BABACAN'ın demeçlerinden çıkardığım kadarıyla 2015 sonu, 2016 başı gibi yeni bir gelir hesaplama değişikliği daha yapılacak. %80'e yakın bir sıçrama için hazır olun!
  4. Singapur'a yapılan dışsatımın %500 arttığını müjdeleyerek yüreğimize su serpen TİM Başkanı'nın otomotiv sektöründeki grevi ön plana çıkararak kılıf uydurması tabloyu pek değiştirmiyor. %19 olan düşüş %15 oluyor.
  5. 2015 Genel Seçimleri için özel olarak hazırlanan ve asgari ücretteki muhtemel bir artışın Türkiye'nin rekabet gücünü olumsuz etkileyeceğini iddia eden bu sayfa (http://www.asgariucretbinbesyuztlolurmu.com), anlaşılan ülkemizi Pakistan ve Bangladeş ile eşdeğer görüyor. Rekabet silahı olarak düşünülebilen tek faktör ucuz emek; teknoloji kullanımı, düzgün süreç yönetimi,vb yöntemler hak getire!
  6. İşleniş biçiminin pek de ince olmamasına kanıt olarak, Kod Adı K.O.Z. filminin IMDb sitesindeki değerlendirmelerine ve değerlendirme ortalamasına bakmanız yeterli. Değerlendirmeye tabi tutulan binlerce film içinden en kötüsü!
  7. Acaba diyorum, bu vatandaşlarımız toplanan verginin büyük bölümünün dolaylı vergi olduğunu öğrenseler görüşlerini değiştirirler mi?
  8. Benzer bir oyun, 1983 yılında da oynanmıştı. 1977 yılındaki seçimlerde İzmir'den MSP senatör adayı gösterilip seçilemeyen Turgut ÖZAL, üç yıl darbe hükümetinde bakanlık yapmanın ardından, askerler tarafından onaylanan üç partiden olan ANAP'la tek başına iktidara gelmiş ve 1980 Darbesi'nin sivil kılıfla aynen sürdürülmesini sağlamıştır.

27 Haziran 2013

Onaylanmayan İmparatorluk Projesi, Ekonomik Başarı Palavrası ve Başyüce'nin Çöküşü

Bir aralar, kahve milletinin ve altın günleri ahalisinin gözdesi siyaset alimlerinin en güzide tiradıydı: Türkiye dünyanın en zengin bor rezervlerine sahipti ve ABD (veya o günlerin düşman ülkesi) geliştirdiği teknolojiyi Türkiye'nin elinin altındaki zenginlikten yararlanmasını engelllemek için hasisçe kendisine saklamaktaydı. Sanki, Dünya üzerindeki tüm ülkeler işi gücü birakıp Türkiye'nin gönenci için saçını süpürge etmek zorundaymış gibi! İşte, bugünlerde yandaş medyada insanların zekasıyla alay etmecesine yayılmaya çalışılan dış kaynaklı komplo teorilerinin özü de bu üçüncü dünya ülkesi kompleksine dayanıyor. İçerdikleri savların aptallıkları kadar ateşle savunulan iddialara inanılacak olursa, siyasi kariyerine Hikmetyar'ın dizlerinin dibinde başlayıp Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eş başkanlığına kadar yüksel(til)en Başyüce'miz, imparatorluk kurma projesinde çelmelenmekte ve dış mihrakların yurdumuzdaki maşaları tarafından haince kösteklenmeye çalışılmaktadır.1

Çok değil daha bir ay önce, Beyaz Saray bahçesinde sesini özlediği dostunun yanında ahmak ıslatan yağmurundan Amerikan askerlerinin açtığı şemsiyeyle korunması bile ülkemize kazandırdığı prestij olarak yorumlanan baş aktör adayı, sanki artık figüran rolü almakta bile zorlanacakmış gibi gözüküyor. Zira, aynı zamanda yapımcı olan senarist, oyuncuların doğaçlama yapamayacağını hatırlatarak aslında jönümüzün aktörlük kariyerinin dublörlükle sınırlı olduğunu ilan etti. Dolayısıyla, paydaşları ile yaptığı görüşmeler sırasında bacak bacak üstüne atarak vücut dili yoluyla ortaya konan 'kararlılık' ve 'özgüven' mesajları bundan sonra pek alıcı bulamayacak gibi. Ne de olsa, olmadık görüntülerden 'büyük devlet adamı' portresi çıkaran yabancı basın kuruluşları ve onların yurdumuz içindeki uzantıları, artık dış mihraklı bir komplonun aşağılık oyuncuları. Cilalama işinin TRT ve eş dostun sahibi olduğu kanallara sınırlandırılması ise uzun vadede sürdürülebilir bir seçenek değil. (Eyvah, yeni kanallara ve gazetelere el konulacak demek ki!) Özetin özeti, ne mutlu bize ki, neredeyse bir nesneye dönüştürüldüğümüz Asch deneyi2 artık bitti. Artık İsrail'e danışıklı dövüşle çekilen "van minüt"ü değil, ABD'nin askerlerimizin başına çuval geçirmesini takiben "Ne notası, müzik notası mı?", "Büyük devletler özür dilemez" denilerek sergilenen çaresizliklerin ve ABD askerlerinin evlerine sağ salim dönmesi için yapılan duaların açıktan açığa konuşulması zamanı geldi.

Evet, Asch deneyini ülkemiz üzerinde uygulayanlara inanacak olursak ekonomimiz ayrışmış ve Türkiye'miz gezegenin parlayan yıldızı haline gelmiştir. IMF'ye olan borcumuz sıfırlanmış, dışsatımımız (ihracat) 150 milyar $'a ulaşmış, son on yılda kişi başına gelirimiz 3,500$'dan 10,500$'a çıkmış ve dünyanın 16. büyüğü olan ülkemizin [adında hala T.C. barındıran] Merkez Bankası rezervlerini 128-130 milyar $'a yükseltmiştir. Bütün bu dudak uçaklatıcı başarılar, bir parçası topraklarımızda bulunan Kürdistan'ın kurulması ile daha da hız kazanarak sürecektir. Bir diğer deyişle, osuruktan parfüm üretme iddiasındaki gölge veremeyecek kadar küçük insanlara göre ülkemiz, küçülürken etki alanı büyüyen ve gelişen ilk ülke olarak siyaset tarihine adını yazdırmaktadır.

Taksim Gezi Direnişi sonrasında kurulmasının onaylanmadığını Büyük Birader'in manipülasyon araçlarından defaatle işittiğimiz imparatorluğun ekonomik mucizesini oluşturan palavraları deşifre etmeye kişi başına düşen gelirden başlayalım. Bu amaçla, aşağıya Türkiye ve Çin'in aynı dönem içerisindeki büyümelerini aldım. (Kaynak: Index Mundi) İstatistikleri yorumlarken Türkiye'deki yıllık nüfus artışının %1,5 civarındayken, Çin'de sıfıra yakın olduğunu unutmayın. Dolayısıyla, kişi başına gelirin artışını kabaca bulmak için Türkiye'nin rakamlarından 1,5 puan çıkarmanız gerekirken Çin'in rakamlarını değiştirmenize gerek yok.

Türkiye ve Çin'in büyüme istatistikleri (%)
2002200320042005200620072008200920102011
Türkiye 7,8 5,8 8,27,45,34,51,1-4,78,28,5
Çin 8 8 9,19,110,211,999,110,39,2

Görüldüğü gibi, AKP'nin hükümet ettiği yıllarda Çin Türkiye'yi katlamış. Çin'in dünyanın büyüme şampiyonu olduğu anımsanacak olursa, bunda eleştirilecek bir nokta yok.3 Ancak, aynı kaynaktan kişi başına gelir rakamlarına baktığınızda iş değişiyor.

Türkiye ve Çin'in kişi başına gelir istatistikleri ($)
2002200320042005200620072008200920102011
Türkiye 7.000 6.7007.4008.4009.00012.00011.90011.50012.30014.700
Çin 4.400 5.000 5.6006.8007.7005.4006.0006.7007.6008.500

Görüldüğü gibi, büyümede Türkiye'ye her yıl fark atan Çin'in kişi başına geliri söz konusu dönemde %93,1 artarken, Türkiye'de aynı gösterge %110 artış göstermiş. İşin içinde bir bit yeniği var değil mi? Yanıt basit: AKP hükümeti, 2006 ve 2010 yıllarında—yani, 2007 ve 2011'deki genel seçimlerin öncesinde—milli geliri hesaplama yöntemini değiştirdi ve her iki defasında da gelirimiz bir gecede %20-30 civarında artış gösterdi.

Dışsatım rakamlarındaki balonla devam edelim. Aşağıdaki sorular ve bu soruların yanıtları, işin vehametini iyice ortaya koymakta.
  • Dışsatımın ne kadarını yüksek teknoloji ürünleri oluşturmakta? %2'nin altında! Bu ülkemizin tekstil ve turizm gibi emek yoğun sektörlere alternatif geliştiremediği ve orta gelir tuzağına düştüğü anlamına geliyor. Dolayısıyla, doların konjonktürel düşüklüğü ve hesaplamalarda yapılan oyunlarla ortaya konmaya çalışılan sahte refah tablosu bile sürekli değil. Dışsatımımızın sürmesi için Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerle yarışıp onların yaşam koşullarının toplumumuzun büyük bir kesimine kabul ettirilmesi maalesef zorunlu görünüyor.
  • Dışsatımın dışalımı (ithalat) karşılama oranı ne durumda? %60 civarında! Yani, 60 $'lık mal satarken 100 $'lık mal alıyoruz. Mesela, eskiden ülkemizde ürettiğimiz otomobil yedek parçası artık Vietnam, Meksika ve diğer ülkelerden ithal ediliyor, parçaların monte edilmesiyle ortaya çıkan araba ise Türkiye'nin Avrupa'nın otomotiv üssü olduğu aldatmacasıyla birlike bir övünç kaynağı olarak sunuluyor. İşin kısası, dışalımı artırmadan dışsatımı artıramıyoruz. Dış ticaret açığımızı azaltmak yönünde önlemler alındığında ise dışsatımımız da azalıyor ve şişirme büyüme rakamları çakılıyor.
  • Dış ticaret açığı nasıl karşılanıyor? Nasıl olacak, piyasalardan alınan borçlar ve 2002 öncesinde binbir güçlükle inşa edilen kamu kuruluşları ve kaynaklarının özelleştirme (yabancılaştırma) adı altında peşkeş çekilmesi ile!

Bu noktada, bir diğer gurur vesilesi olan Merkez Bankası rezervlerine bakalım. Öncelikle, biriktirilme biçimine bağlı olarak rezerv yüksekliğinin iyi yönde bir gösterge olarak görülebileceği görüşünü teslim edelim. Ama .... Yaşadığımız sıkıntıya açıklık getirmeden önce şu tabloya bir göz atalım.4

Bazı ülkelerin dışsatım, dışalım ve rezerv değerleri (milyar $)
Dışsatım (1)Dışalım (2)(1)/(2) (%)*Rezerv (3)(3)/(2) (%)**
Türkiye 154,2 225,668,3135,24559,9
Arjantin 81,2 68,5 118,5 41,861,0
Brezilya 256 238,8 107,2 377,5158,1
Güney Afrika 101,2 106,8 94,8 54,9851,5
Kazakistan 88,61 42,82 206,9 28,2966,1
Macaristan 105,1 98,2 107.0 67,768,9
Meksika 298,5 301,5 99.0 128,342,6
Polonya 192,3 206,5 93,1 99,9348,4
Sırbistan 11,35 19,2 59,1 15,5681,0
Tayland 226,2 217,8 103,9 177,881,6
* Dışsatımın dışalımı karşılama oranı.
** Rezervlerin dışalımı karşılama oranı.

Türkiye ile benzerlik gösteren ülkelerin dış ticaret ve rezerv değerlerinin verildiği tabloya göre, dışsatımın dışalımı karşılama oranı söz konusu olduğunda Türkiye sadece Avrupa'nın yalnız ülkesi Sırbistan'dan daha iyi durumda. [Türkiye'ye ilişkin değerin göreceli iyi büyüme performansı sergilenen 2012 sonuna ait olduğu düşünüldüğünde aradaki 9 puan farkın aslında daha az olduğu görülecektir.] 25-30 milyar $'lık turizm gelirleri hesaba katıldığında 45 milyar $'lık kaynak bulma zorunluluğuna işaret eden bu durum, çok övünülen rezervlerimizin gerçekten de sihirbazlık yoluyla biriktirildiğini düşündürebilir. Doğru ya, 10 yıldır sürekli cari açık veren bir ülke nasıl olur da bu kadar rezerve sahip olabilir? Kısa yoldan yanıtlamak gerekirse, 1944 Bretton Woods sisteminin (G7 (aslında ABD) + IMF + Dünya Bankası)5 içindeki tüm ülkeler, zora düştüklerinde sıkıntılarının bulaşıcı hastalık gibi yayılmasını önlemek ve dışalıma konu malları satan şirketleri korumak adına, dışalımlarının en azından 5-6 aylık kısmını karşılayacak miktarı rezerv olarak bulundurmak zorunda. [Yunanistan gibi iflas etmiş veya İspanya gibi zorda bulunan ülkelerde bu oran bir süre için bozulabilir.] Cari fazla veren ülkeler için bu koşulu sağlamak o kadar zor değil; fazla olarak ortaya çıkan meblağ rezervlerin yükselmesini sağlayacaktır. Yukarıdaki tabloda listelenen beş ülke için geçerli olan bu duruma en güzel örneği, her yıl 200+ milyar $ fazla vererek 4 trilyon $ rezerv biriktiren Çin teşkil etmektedir. Ancak, Türkiye gibi müzmin cari açıklı bir ülke için durum o kadar da parlak değil. İkiz kardeşler olarak karşımıza çıkan iki tanıdık 'çözüm' var: özelleştirme (yabancılaştırma) adı altında ulusal birikimlerinizin peşkeş çekilmesi ve sözünüzün pek geçmemesi nedeniyle kimilerinin faiz lobisi olarak adlandırdığı uluslararası piyasadan ülke riskine göre belirlenen faizle borçlanmak. Bunun ne anlama geldiğini şöyle bir düşünelim. Topu çevirmek adına birikmiş borçlarınızın faizi ile içinde bulunduğunuz yılda oluşacak cari açık toplamını piyasadan karşılamalısınız. Bunu rezervlerinizden karşılayamazsınız, karşılasanız bile söz konusu miktarı daha sonra yerine koymak zorundasınız. Dolayısıyla, küresel baş aktörlerin son yıllarda izlediği gevşek para politikaları nedeniyle, eskiye oranla düşük bir faizle, mesela %6 ile, borçlanacaksınız. Bu, rezerv olarak biriktirdiğiniz 130 milyar $'ı taşımanın 7,8 (130 * 0,06) milyar dolarlık bir yıllık maliyeti olacağı anlamına gelir. Adeta kötü günler için bir köşede bekletilen bu paranın getirisi ise neredeyse sıfırdır. Bu paradan kazanmanız için rezerv portföyünüzü iyi oluşturarak parite ve altın fiyatlarındaki oynamalardan kazançlı çıkmayı hayal edebilirsiniz ama bu plan geri de tepebilir. Dolayısıyla, paranın bol olduğu bir dünyada, rezervlerinizi yüksek faizle dağıtılmak üzere finans kurumlarına veremeyeceğinize göre, borçlanarak aldığınız bu para her yıl milyarlarca $'ı yurttaşlarınızın cebinden faiz lobisi olarak nitelediğiniz çetenin cebine hortumlamaktadır. IMF'ye olan borcun sıfırlanıp borç verir hale gelen ülke olma iddiası da aynı argümanlar nedeniyle içi boş bir çöpten adamdır. Maliyeti yüksek bir biçimde borçlanarak başkalarına borç vermek veya rezerv biriktirmek en yalın ifadeyle Züğürt Ağa rolünü oynamaktır. Yapmanız gereken, her yıl onlarca milyar $ artan dış borcu azaltmaya dönük yapısal tedbirler almaktır.

Gelelim şu bölgesel güç olma iddiasındakilerin 16. büyük ekonomi olma argümanına. Öncelikle, medyada pek söylenmese de istatistik kitaplarında defalarca yazılmış olan şu noktayı yineleyelim: Türkiye, son 40 yıldır dünyanın 14. ila 18. büyük ekonomisi olma özelliğini taşıyor. Sıralamamız ülke performansımız ve diğer ülkelerin durumuna göre bir yukarı bir aşağı gidip geliyor. Dolayısıyla, bundan övünülecek bir şeyler çıkartmak tarihimizi 2002'den başlatmak küstahlığından başka bir şey değil. Ayrıca, son istatistiklere göre, şu anki yerimiz 18. sıra!

Evet, özetlemek gerekirse durum hiç de söylendiği gibi parlak değil. Yaklaşan yerel seçimler nedeniyle piyasaların rahatlayacağı ve seçimlere kadar ekonominin büyüyeceğini düşünenlerden iseniz hayal kırıklığına uğrayacaksınız derim. Yıllardır serseri mayın gibi gidecek yer arayan ucuz para asıl sahibine dönmeye başlıyor. Ağustos böcekleri için sağdan soldan yemek istemenin vakti yakındır. İyisi mi aşınıza el uzatmaya hazırlananlara karşı tetikte olun. Çünkü mevsim Abdullah ÖCALAN'ın 'sayın'dan 'terörist'e döndüğü mevsimdir; müreffeh ülke söyleminin yerini yalnız fakat gururlu insanların ülkesi söylemi almakta, geleceğe dair temelsiz hayaller sınırsız bir geçmişe öykünme ile süslenmektedir.

NOT: Bu kadar olumsuzluk içinde gülümsemeyi hatırlamak için size Zaytung haber sitesine takılmanızı öneririm. Naçizane tavsiyem, son bir ayın çok güzel bir özetini oluşturan şu haberle başlamanız.


  1. Başyüce, devletten aldığı bursu Paris'teki kumar masalarında yediği için kulağından çekilerek Türkiye'ye getirilen ve son teknoloji kamyonun 3 bin TL olduğu 1950'lerde örtülü ödenekten aldığı 147 bin TL ile siyaset dünyasının aktörlerinden olmaya çalışan Necip Fazıl KISAKÜREK'in devletin tepesi için öngördüğü figürün unvanı. Beyefendinin buyurduğu "en mükemmel" yönetim şemasına göre, bir çeşit kurucular meclisi tarafından seçilen Başyüce, yaşadıkça aynı makamda kalacak ve toplumsal yaşamın tüm boyutlarıyla ilgili her biri yasa hükmünde kararlarla ülkeyi yönetecektir. Faşist rejimlerin İslami uyarlaması olan bu öneriyi, yakın zamana kadar dillendirilmekte olan bölgesel valliklerle birlikte düşünün. Halkın oylarıyla seçilen 20-30 bölge valisi, temsil ettikleri bölgenin nüfus büyüklüğüne bakılmaksızın yapılan oylamada Başyüce'yi seçer ve .... Eyvah!!!
  2. Bu deney, sahip olduğu yüksek eğitim düzeyine rağmen Alman halkının II. Dünya Savaşı sırasında neden insanlık dışı uygulamalara itiraz etmediğini sorgulayan deneylerden sadece birisi. Bireyin düşünme yeteneğinin kollektif düşünceye mahkum edilmesiyle ortadan kaldırılabileceği sonucunu ortaya koyan bu deneye göre, yanlış olduğu bilinen şeyler 'rol modeller' ve 'medya' tarafından yinelenmek suretiyle gerçek olarak kabul ettirilebilir. Bunun için, toplumun bir bölümünün bu tuzağa düşmesi yeterlidir. Çünkü, geri kalan kitlenin azımsanamayacak bir kısmı toplumla uyumsuzluğun olumsuz etkilerini düşünerek 'doğru yolu' seçecektir.

    Tavsiyem, YouTube'da "Asch experiment" aramasından sonra karşınıza çıkacak videoların birkaçını izlemeniz. Yolunuz düşmüşken, "Milgram experiment" ve "Stanford prison experiment" aramalarının sonuçlarına da bir göz atınız. Yaşayacağınız deneyimin çevrenizdeki Stockholm sendromu belirtilerini daha iyi anlamanıza yardım edeceğinden eminim.
  3. Aslına bakılırsa, Çin'in büyüme şampiyonluğu ciddiye alınabilecek ülkeler arasında geçerli olan bir unvan. İrili ufaklı tüm ülkeleri kapsayan istatistiklere bakıldığında, Çin çoğu zaman podyumu göremiyor bile. Mesela, 2012 yılı büyüme beklentileri sıralamasında savaşın yaralarını sarmaya çalışan Libya %121,9 ile ilk sırayı alırken Çin kendine ancak 18. sırada yer bulabiliyor. Türkiye'nin sırasını mı merak ettiniz? Medyada savrulan palavraları açığa vuran yanıta iyi hazırlanın: 112! Bu veriyi yorumlarken, 2012 büyümemizin altın ihracatı kandırmacasının katkısıyla bile öngörülen %2,9 yerine %2,2 olarak gerçekleştiğini de unutmayın. İnanmayanlarınız, 2013 yılı değerleri ile güncellemeden önce şu sayfaya bakabilirler.
  4. Tablo ülkeler bazında farklı zamanların değerlerini yansıtmakla birlikte, sözkonusu fark birkaç ay ile sınırlıdır.
  5. Bileşenlere kredi derecelendirme kurumlarını da katmakta yarar var gibi gözüküyor.

20 Aralık 2011

Tarihçisi Necip Fazıl Olanın ...

İnsanın ciddiye alındığını düşünmesi bile çok güzel bir duygu. Tam tarih kitaplarının kimler tarafından yazılıp okunacağını sormuştum ki🔎, ülkemizin en yetkin ağzından sorumun yanıtı geldi: Başbakan'ımız tarih kitaplarının okunmayacağını—sanırım, herhangi bir soruşturma ve kovuşturmaya konu olarak ülkemizin "demokratik" [ıyyk, yine tırnaklar!] görüntüsünü bozmamaları için—"aydınlanma" gereksiniminin "nesnel" edebiyatçıların(!) yazdığı "bilimsel tarih kitaplarının" yazılmalarının üzerinden 50-60 yıl geçtikten sonra bizzat politikacılar tarafından halkımıza terennüm edilerek karşılanacağını, millet iradesinin "tecelli ettiği" TBMM'de uygulamalı bir biçimde gösterdi.1 Tabii, haliyle, ABD ve Fransa gibi ülkelerde tarihin tarihçilere bırakılması gerektiğini söyleyerek Başbakan'ımıza gizliden gizliye meydan okumaya çalışan Dışişleri Bakanlığı'ndaki üç beş monşeri üzüntüye sevkeden bu icraat, yurdumuzun gönül gözü açık altın günü ve kahvehane ahalisince coşku ile karşılandı.

Evet, hayal değil gerçek, Başbakan'ımız Türkiye Cumhuriyeti tarihini hayal mahsülü senaryo ve süslemelerle dolu metinler üretmesiyle ünlü bir şaire, Necip Fazıl'a, atıfta bulunarak aydınlatmaya çalıştı. Bu bana ister istemez, İngiliz Savaş Propaganda Bürosu'nca uydurulan ve içeriğinin doğru olmadığı daha sonra İngiltere tarafından da kabul edilen Mavi Kitap'ı anımsattı.2 Ya da, I. Dünya Savaşı süresince yaptığı casusluk faaliyetleriyle [biraz da başrolü başkalarından çalarak] ünlenen Thomas Edward LAWRENCE'ın yazdığı Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı kitabını. Çünkü, uydurulan yalanların sayısı ve yeğinliğiyle Necip Fazıl'ın, kimi zaman İsmet İNÖNÜ yoluyla kimi zamansa doğrudan, laik Cumhuriyet'e olan hıncını ortaya koyduğu bu metinler, anılan propaganda kitaplarında sağlananlardan çok daha gerçek ötesi olma özelliği taşıyan bilgiler içeriyor.

Yaşamının İş Bankası müfettişi olarak geçirdiği ilk kısmını içki içip kumar oynayarak ve umarsızca kadın peşinde koşarak bohem bir şekilde harcayan3 bu şairimiz, II. Dünya Savaşı sonrası çok partili siyasi hayata geçilmesiyle aslını bulmuş, basına sansürün kaba örneklerinin bolca sergilendiği bir dönemde Adnan MENDERES'in mali desteğini de alan Büyük Doğu dergisinde hilafet ve saltanatı savunmaya başlamış. Anılan dergideki desteksiz atışlarıyla günümüzün Cumhuriyet düşmanlarına esin kaynağı olan Necip Fazıl ve avanesinin attığı kuyruklu yalanlarla ilgili bilgilenmek isterseniz, Turgut ÖZAKMAN'ın Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar adlı kitabını oku(t)manızı tavsiye ederim. Düşülebilecek çamur deryasının mutlak sıfır noktasını göstermesi ve tarih araştırmacılığının ülkemizde geldiği acınası hali ortaya koyması için, Turgut ÖZAKMAN'ın yüzlerce kaynakla desteklenmiş kitabında deşifre ettiği birkaç "bilimsel tarihçilik" örneğini aşağıya aldım. Böylece, günümüzde resmi tarihi yıkalım çığlıklarıyla laik Cumhuriyet'in altını oy(dur)mak isteyenlerin şeceresini daha iyi tanımış oluruz.

İlk örneğimiz yayınlamakta olduğu Vahidettin ile ilgili bir yazı dizisini okuyan bir kişinin Necip Fazıl'ı ziyaret ederek ifşa ettiği müthiş(!) bilgilerle ilgili. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün garsonu olduğu söylenen kişinin sözlerini aynen aktarıyorum.
1928-29 seneleriydi. Kazım KARABEKİR Paşa bazı neşriyat yapıyor ve bunlarda İstiklal Mücadelesi'nin sadece kendisi ve M. Kemal Paşa tarafından kazanılmış olduğunu iddia ederek, başka hiç kimseye hisse vermiyordu. Atatürk bu iddialara fevkalade öfkeleniyordu. Bir gün huzurunda Umumi Katip Tevfik (BIYIKLIOĞLU) Bey bulunurken, kahve götürmek vesilesiyle oturdukları salona girdiğim zaman şu sahneye şahit oldum.... (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.3.2. blm, 239. sf)
Tanık olunmasının 40 yıl sonrasında Necip Fazıl'ın oğlu tarafından yazılıp olayın kahramanınca imzalanan konuşmanın devamı Ergenekon'daki gizli tanıkların ifadeleri tadında, ama bu kadarı da yeterli. Çünkü, Kazım KARABEKİR'in yaptığı söylenen yayının tarihi 1928-29 değil, 1933. Ayrıca, o sıralardaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri de Tevfik BIYIKLIOĞLU değil , H. Rıza SOYAK. Yani, garsonun yaşlılığına da verilebilecek "yaratıcı" denemeler Üstad tarafından yutulmuş ya da ...

İkinci "bilimsel tarihçilik" örneği de Necip Fazıl'ın eseri. Üstad'ın Mustafa Kemal'i Anadolu'daki göreve Vahidettin'in seçtiğini kanıtlamak için hayal perdesine Refet BELE'yi yerleştirdiği anlatımını, Turgut ÖZAKMAN'ın kitabının aynı bölümünden, 244-245. sayfadan aktarıyorum:
Sultan Vahidüddin, 1. Dünya Savaşı'ndan sonraki felaketi, millette hiçbir ferdin hissedemeyeceği mikyasta derinden duymuş, vatanın kurtarılması yolunda genç kumandanları Anadolu'ya dağıtmış ve bu işin başına geçmesi için de maddi ve manevi her fedakârlığı göstererek Mustafa Kemal'i seçmiş ve Anadolu'ya göndermiş olan insandır.
Gündüz kuşağı kadın programlarındaki dedikodunun letafetini aratmayan bu metnin çözümlemesini Turgut ÖZAKMAN'dan dinleyelim.
  1. İfadenin yer aldığı kitap, Refet BELE'nin ölümünden beş yıl sonra yayınlanmıştır.
  2. Üstad, 1950'lerde dinlediğini yazdığı açıklamaya, Refet Paşa yaşadığı sürece Büyük Doğu dergisinde yer vermemiştir.
  3. "İlk ihtiyaç anında açıklayacağını" söyleyerek, konuşmanın tanıklarının adlarını vermekten kaçınmıştır.
  4. Refet BELE, son olarak Sabahattin SELEK'le 1.8.1962 günü görüşmüş, ilginç açıklamalar yapmış ama N.F. KISAKÜREK'in değindiği konuda, tek kelime bile söylememiştir.
Üçüncü ve son örneğimize geçmeden önce, Üstad'ın konuşmanın tanıklarını hiçbir zaman açıklamadığını, bu ve bunun gibi eksikliklerinin her zaman olduğu gibi talebelere kaldığını ekleyerek içinizi rahatlatayım. Gelelim üçüncü harikamıza. İki parçadan oluşan bu örneğimizi bize armağan edenler Necip Fazıl ve Nihal ATSIZ. Önce Üstad'ın, Vahidettin'in Mustafa Kemal'i Samsun'a gitmesi için nasıl ikna etmeye çırpındığını anlattığı metnin girişini okuyalım.
Bize denilebilir ki, "bu tiyatro konuşmaları gibi hayalden uydurma hissini veren lafları nereden çıkarıyorsun? İlmi ve tarihi hakikatleri belirtmek için mutlaka vesikaya (belgeye) istinat ettirilmeleri (dayandırılmaları) gereken bu dialogları, kimlerin şehadetleri (tanıklıkları) ile ispat edebilirsin?" Cevabımız şudur: Evvela beni dinleyin! Sonra da ispatını isteyin! (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.6. blm, 258. sf)
Neymiş, efendim? Vahidettin ve Mustafa Kemal dışında tanığı olmayan bir konuşmanın içeriği üstadlıktan her şeyi bilen her şeyi gören Tanrı rolüne terfi eden Necip Fazıl'ın hayal perdesinden bize aktarılacakmış. Beğenirseniz kardeşim! Neyse, aynı sahnenin devamını Nihal ATSIZ'ın yazısından okuyalım.
[Vahidettin] M. Kemal Paşa'ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir. (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.10. blm, 275. sf)
Yarış atları olduğu hiçbir tarihi belgeye ve zamanın gazetesine yansımamış olan Vahidettin'in bu fedakârlığı, ilk okuduğumdan beri beni gülmekten yerlerde kıvrandırmıştır. Çünkü, iddia olunan tevdiatın Bandırma vapuruna binmeden bir gün önceki görüşmede yapıldığı ima ediliyor. Yani, Mustafa Kemal her biri yedi gramdan 40.000 altını (280 kiloyu) İngiliz denetimindeki Boğaz'da bekleyen tekneye kadar götürmüş. Herhalde diyorum, Mustafa Kemal 280 kiloluk yükü koltuğunun altına sıkıştırıp odadan çıktı ve ıslık çala çala İngilizler'in gözü önünde emaneti Bandırma vapuruna taşıdı. Büyüklüğünü bunlara bile kabul ettirdin ya Ata'm!

Yalan o kadar büyük ki, aynı tayfadan diğer "tarihçiler" ya miktarı ya da veriliş biçimini değiştirmek zorunda kalıyor. Ama inanın hiçbirinin uydurduğu okuyucunun kuş kadar bile beyni olabileceğini varsaymıyor. Bu arada, işin zamanla değişip hiç olmazsa biraz daha izan sınırlarına çekilebileceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Alın size, 1200 İstiklal Mahkemesi idamını 120.000'e çıkartan Abdurrahman DİLİPAK'tan bir desteksiz atış:
M. Kemal, Anadolu'da halk ayaklanmasını örgütlemek için büyük miktarda para ile Samsun'a gönderiliyordu... 300.000 altın para verilerek, Anadolu'daki kurtuluş hareketini örgütlemek için gönderilmişti. M. Kemal'in daha sonraki mektupları bunu doğrulamaktadır. Bu mektuplar Başbakanlık Arşivi'nce yayınlanmıştır. (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.10. blm, 281. sf)
Bilmem baştan sona yalan olduğunu söylememe gerek var mı?



Tabii, biz günümüzün sıkıntılarını çözerek geçirebileceğimiz çok değerli zamanımızı geçmiş ile ilgili yalanları konuşarak harcarken, el oğlu durmuyor, dedirten bir sürü şeyler oluyor dünyada. Mesela, yaklaşık altmış yıl önce kurtarmaya gittiğimiz Güney Koreli kardeşlerimiz, dünyanın en hızlı İnternet'e sahip ülkesi haline gelmişler. Daha çarpıcı bir şekilde söyleyecek olursak, 1950 yılında Türkiye'nin yarısı kadar bir kişi başına gelire sahip olan Güney Koreliler, şu an 30.000 $'lık bir istatistikle ülkemizin yaklaşık 3,3 katı gelire sahip olur hale gelmişler. Söz konusu dönem boyunca ülkemizin genelde MENDERES, ÖZAL ve ERDOĞAN ile temsil edilen özde aynı parti tarafından yönetildiği ve en büyük büyüme oranlarının seçim afişlerinde dışlanan siyasetçilerin yönetimde olduğu 1962-1975 yılları arasında tutturulduğu düşünüldüğünde, Cumhuriyet'imizin aslında sandığımızdan çok daha güçlü temellere sahip olduğu takdir edilecektir.4 Edilecektir ama ...

Evet doğrudur, onlarca ulusal televizyon kanalının bulunduğu ülkemizde neredeyse herkesin cep telefonu var ve zamanını verimli bir biçimde dolduramayacak kadar içi boşalmış milyonlarca yurttaşımız gözlerini televizyondan alabildiklerinde Facebook ve Twitter'da eğleşiyorlar. Ancak; çoğunluğu genç, "dinamik" ve niteliksiz olan nüfusumuz, yedi yılda sadece bir kitap okuyor. Tabiatıyla, aslında otomobil kullanmaktan farkı olmayıp fezaya çıkışımız olarak yutturulmaya çalışılan İnternet kullanımı, ülkemizi petrol ve doğal gazı olmayan bir Orta Doğu ülkesi haline getirmekten başka bir anlam taşımıyor. Bir diğer deyişle, aldığı yarış otomobiliyle kendini otomotiv sektörünün banisi zanneden Arap şeyhlerinden farkımız olmuyor. Bu yutturmacanın kabullenilmesi ise, Necip Fazıl'ı tarihçi zannedip ona [masonlardan aşırma bir biçimde] Üstad olarak hitap edilmesi sonucunu doğuruyor.

Anlatımımdan Türkiye'nin İnternet'te çok ileri olduğu ve benim bunu eleştirdiğim çıkarılmasın. Maalesef, ülkemiz Güney Kore'nin birinci olduğu istatistikte acınası bir halde. Her ne kadar Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali YILDIRIM, Türkiye'nin iletişim altyapısını son on yılda Afrika düzeyinden Avrupa'nın önde gelen ülkeleri düzeyine getirdiklerini söylese de kazın ayağı hiç de öyle değil. Özetin özeti bir grafikle durumu açayım. [Acı gerçeği, http://www.akamai.com/stateoftheinternet/ adresindeki sayfadan kendiniz için görebilirsiniz.]


Yukarıdaki grafikten de görülebileceği gibi, ortalama İnternet hızında Türkiye Avrupa'nın en geri addedilebilecek ülkelerinden bile geride. Bırakın düne kadar komünizmin pençesinde olup daha sonra AB'ye girenleri, ülkemiz Hırvatistan, Makedonya, Moldovya ve Rusya'nın da arkasında! Aslına bakarsanız, gezegenimizin ciddiye alınabilecek bölge/ülkelerinin neredeyse tümünün gerisindeyiz. Bir diğer deyişle, Nataşalar'ı parayla yatağa atıp bunu gelişmişlik ve güç göstergesi olarak addeden Ahmetler ve Mehmetler meğer Nataşalar'ın kucağına oturmuş da haberimiz olmamış.

Elbette, bardağa dolu tarafından da bakabiliriz. Mesela, Türkiye aynı istatistikte Orta Doğu "demokrağsilerinden" daha iyi durumda. Aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi bir aralar Tunus'tan ve Suriye'den yavaş olma başarısını gösteren ülkemiz, açılışlarda kesilen kurbanlar sayesinde olsa gerek, onları da geçmiş. Tabii, bu İnternet filtresi öncesindeki performans; söz konusu iki ülkede yaratılan bahar havası kışa çevirmezse—kişisel inancım, bu bahtsız ülkelerin buz devrine girdiği yönünde—Suriye ve Tunus ülkemizi geçiyor aslında!


Özelleştirmenin verimlilik ve teknolojik sıçrama ilacı olarak önerildiği dönemin başlangıcında olsaydık ortadaki yaldızlı başarısızlık tablosu, Türk Telekom'un devlet tekeli olarak işletilmesine değinilerek kamu sektörünün hantallığına ihale edilirdi. O zaman, şimdiki fiyaskonun sebebi nedir? Yanıtı, Türk Telekom'un "özelleştirilmesi" ve sonrasına bakarak verebiliriz sanırım. Hatırlayacağınız gibi, Koç ve Sabancı Holding'in ortaklaşa girmeyi düşündükleri ihaleye açıklamadıkları bir sebepten ötürü katılmamaları5 sonrasında, [2005 Kasımı'nda] Türk Telekom'un %55'i 6,5 milyar $'a—o dönemki düşük ABD Doları kurunu unutmayın—Lübnan'ı Batılı güçlerin gözetiminde yöneten Hariri ailesine satıldı. 300 milyon $'lık sermayesiyle 3 milyar $'lık sermayeye sahip bir devi yutarak bir mucizeye imza atan Suudi destekli Oger Telecom, şirketin devri sırasında kasada bulunan 2 milyar 283 milyon liranın ve Türk Telekom'un mülklerinin de sahibi oldu. Buna, özelleştirme öncesinde (16.Temmuz.2004) Türk Telekom'a sınırlı olacak şekilde Hazine Payı ödemesinin kaldırılması6 eklendiğinde, Oger Telecom'un %20'si peşin geri kalanı beş yıl vadeli ödemeyi yapması hiç de zor olmadı. Hazine Payı kıyağının 2010 sonuna kadarki katkısı olarak o dönemdeki 48,5 milyarlık cironun %15'i olan 7 milyar 275 milyon TL hesaba katıldığında, Oger Telecom'un satın aldığı şirket için gerçek bir ödeme yapmadığı görülecektir. İş böyle olunca, British Telecom'un teknik danışmanı olduğu Oger Telecom'un ülkemizin iletişim altyapısını içine soktuğu durum daha da anlaşılmaz hale geliyor. Hem bedavaya aldığın şirketten her yıl milyarlarca lira kâr edeceksin, hem de .... İnsanın dili varmıyor ama, birileri bizi bir öpmüş bir öpmüş bir daha öpmüş!7

Evet, kendisine verilen mahkumiyet kararını yargıçların Alevi olmasına bağlayan Başbakan'ımızın Dersimiz Dersim başlığı altında Necip Fazıl'ı tarih otoritesi ilan etmesinin başlıca sebebi bence bu: Türkiye "büyürken" büzülüyor, ulusal varlıkları "özelleştirilirken" yabancı tekellere emanet ediliyor. Yurttaşlarımıza Fransız Meclisi'ndeki Soykırımı İnkar Yasası bağlamında gaz verilirken Ekonomi Bakanı Zafer ÇAĞLAYAN'ın Fransız ürünlerini boykotun düşünülmesine karşı çıkması da aynı nedenden: çünkü, Türkiye "üretirken" tüketmiş, tükenmiş ve bölgesel montaj (üretim değil!) üssü haline gelmiştir. Kimilerinize çok keskin gelebilecek bu yargımı şu senaryonun ışığı altında düşünün. Diyelim ki, Fransa işi sonuna kadar götürdü ve söz konusu yasa Senato'dan geçişinin ardından SARKOZY tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Yine diyelim ki, öngörüldüğü gibi Fransız ürünlerine boykot uygulamaya başladık. Peki, bu durumda Fransız devlet şirketi olan Renault üretimini Arap Baharı palavrasıyla ehlileştirilip tüketim toplumu olma yoluna sokulan merkezi bir Orta Doğu ülkesine—mesela, eski sömürgesi olan Suriye'ye veya hali hazırda Mercedes fabrikası bulunan Mısır'a—taşırsa ya da özelleştirme sırasında alınan kimi çimento fabrikalarını taşımaya karar verirse? Böylesine bir restleşme orta vadede Türkiye'deki otomotiv sektörünün ithalata dayalı bir montaj sanayi olduğu gerçeğini gözler önüne seren bir ihracat düşmesi ve komşu ülkelerden çimento ithalatının artmasından başka bir sonuç yaratmayacaktır.

Bütün bunlar, kararnamelerle yönetilen ülkemizdeki yargı dönüşümünden ve egitim, sağlık sektörlerinin içine düştüğü durumdan da görülebilir. Artık, bir vatandaş olarak dava açmak istediğinizde, tüm mahkeme harçlarının peşinen ödenmesi zorunlu; ayrıca, yargıçlar aldıkları kararlar sonucu doğacak tazminat gerektiren durumlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklar, her şeyi Devlet karşılayacak. Yani, mahkemeye giden yolunuz daralıp uzarken, yol üzerindeki engeller büyümekte; birileri size, git kredi al, mahkeme harçlarını yatır, dava aç, değişik aşamalardaki duruşmalarda geçecek yılların ardından sonra hak telebinin yanıtını al demekte. Aynı sistem, haksız bulunmanız durumunda temyiz sürecini Anayasa Mahkemesi ile uzatarak AİHM'ye giden yolu daha da uzatmakta ve hak aramayı neredeyse satın alınan bir ayrıcalık haline getirmekte.

Peki sağlık sektörü? Bu hizmetin de sokaktaki vatandaş için ayrıcalık haline dönüşmeye başladığını görüyoruz. 2011 Genel Seçimleri sonrası öngördüğüm gibi🔎, yabancılaştırma süreci Acıbadem Grubu'nun Malezyalı (Japon ve Çinli) bir ortak (büyük abi), Kent Hastanesi'nin ise bir İngiliz şirket tarafından satın alınması ile başladı bile. Gereksiz ilaç tüketimini azaltmak bahanesiyle ilaç kutusu başına konulan 3 TL'lik katkı payı ve önümüzdeki günlerde uygulanmaya başlanacak genel sağlık sigortası ise halkımızın gözünden kaçırılmaya çalışılan fakat en çabuk hissedilecek olumsuzluklar. Ancak işin en hazin yönü, sağlık personelimizin hedef gösterilmeleri sonrasında devlet kurumlarından gönüllü(!) emeklilik veya istifalarla uzaklaştırılarak yabancı ve yabancılaştırılacak özel sağlık kurumlarına ucuz işgücü olarak hediye edilmesi.

Eğitim sektörü ise, içine düştüğümüz sarmalın ne kadar derinlere indiğini göstermekte. Bir ülke düşünün ki, her yıl yüzbinlerce gencini laiklik karşıtı eğitim kurumlarında okutmayı demokratiklik olarak savunsun ve bunun üzerine bir grup vatandaşının din konusundaki bilgi ihtiyacını bu okullardan mezun olanlar yerine eğitimsiz mollalara devretsin; bir ülke düşünün ki, Hitlerli, Mussolinili, Francolu, Salazarlı ve Stalinli bir emperyal güçler yumağı olan Avrupa'nın yanıbaşında, Ne Mutlu Türk'üm Diyene, diyebilen önderini ve arkadaşlarını yalan yanlış, üretilmiş belgelerle hedef haline getirsin. İşte o ülkede, Necip Fazıl tarihçi de olur, intihalci Eğitim Bakanı da. Benim diyeceğim, Necip Fazıl'ın şiirlerini okumaya devam edelim ama ... Unutmayın, tarihçisi Necip Fazıl olanın burnu şeriattan kurtulmazmış.


  1. Nedendir bilinmez, Başbakanlık ve Genel Kurmay arşivlerinin açılacağına dair herhangi bir adımın atıldığı haberi ise henüz müjdelenmedi.
  2. Bu tür yayınlara kuru propaganda diye bakmayın, İngiltere bu işi büyük bir ciddiyetle yapmış. O kadar ki, Almanlar'a karşı uydurulan propaganda malzemelerini yazanlar arasında Rudyard KIPLING gibi Nobel ödüllü bir yazar bile var.
  3. Necip Fazıl'ın yaşamına dair ayrıntı için, Mina URGAN'ın Bir Dinozorun Anıları adlı kitabına bakmanızı tavsiye ederim.
  4. Bu gerçeği, inşa edilen ve daha sonra özelleştirme kisvesi altında yabancılara "sunulan" sanayi kuruluşlarının listesinden kolayca çıkarsayabiliriz.
  5. Sanırım bu noktada şu soruları sormaya hakkımız var: Gerek teker teker, gerekse toplamları Hariri'den kat ve kat büyük olan Koç ve Sabancı [Holding] bu ihaleye neden girmedi? Anılan holdinglerimiz, kendi ülkelerinin iletişim sektöründeki pek çok segmentin 2026'ya kadar tekeli olarak kalacak olan ve altın yumurtlayan bu şirketi neden almaktan caydı? Bu akıldışı kararın alınmasında kimler, nasıl etkili oldu?
  6. Nedense bu kıyak, Turkcell, Vodafone ve Avea'ya çekilmemiş. Yani, kamu hazinesini zaafa sokan bu karar, aynı zamanda rekabet eşitsizliği de yaratmış.
  7. Bir başka deyişle, Türk Telekom'un yaptığı sponsorluklar, Seyrantepe'deki stadın isim hakkını satın alması spora destek falan değil; yapılan her şey sokaktaki gariban Mehmet ve Ayşe'nin parasıyla yapıldı.

31 Ekim 2011

Peki Tarih Kitaplarını Kim Yazacak?

Çoğumuzun Osmanlı'nın en görkemli çağını temsil ettiğine inandığı Kanuni Sultan Süleyman'ın pek de sahiplenilmeyen icraatlarından birisi 1535'de Fransızlar'a tanınan ticari ayrıcalıklardır. Okul kitaplarımıza inanacak olursak, Osmanlı Fransa'yı neredeyse vesayeti altına almış ve bunun karşılığında tenezzül buyurarak Frenk tacirlerine özel haklar vermiştir. Zaman içinde diğer Avrupa ülkelerine de genişletilen bu uygulama tekrar tekrar uzatıldıktan sonra 1740 yılında kalıcılaşmış ve çöküş kaçınılmaz olmuştur. Halbuki, bu icraatıyla Kanuni çok gerçekçi bir karar alarak Umut Burnu tarafından açılan yeni ticaret yolunun olası yıkıcı etkilerini hafifletmeye çalışmış, Fransa'ya özel bir statü vererek Osmanlı üzerinden ticaretin çekiciliğini korumaya çalışarak zaman kazanmak istemiştir. Nitekim, 1550'ler ve 1560'ların ilk yarısı Osmanlı Portekiz'in Hindistan'daki üslerine seferler düzenlemiş, Endonezya'ya doğru sefer yapmaya niyetlenmiştir; ancak, büyük denizlere uygunsuz donanmanın başarısızlığı sonrasında Basra'ya sıkışması nedeniyle bu çabalar tarihimizin okunmayan sayfalarına hapsedilmiştir. Bu konudan bahsedenler—örneğin, 2004 Endonezya depremi ve tsunamisi bağlamında—genelde bu seferlerin İslam aşkına müminleri Hrıstiyan zulmünden kurtarmak için yapıldığını söylerler. Böylece, Kanuni ve yakınındakilerin devlet adamlığının göstergesi olan bu serinkanlı kararlar, bir anda din aşkıyla sağa sola saldıran hayalcilerin başarısızlıkları haline gelir. Oysa, Kanuni basiretsizliğin en büyüğünü, bu seferlerin birinden başarısızlıkla dönen harita mühendislerimizin piri 86 yaşındaki Piri Reis'i idam ettirerek işlemiştir. Benzer şekilde, ne kadar anlamak istemesek de, Fransızlar'a verilen ayrıcalıklar mecbur kalınan, mantıklı bir manevradır; mantıksız olan, cihan padişahı dediğimiz birisinin babasının 1515 yılında fermanla Müslümanlar'a yasakladığı matbaayı yönetimde bulunduğu 46 yıl boyunca serbest bırakmamasıdır. Heyhat, orada da tarihi menkıbelerden öğrenmek isteyenlerin imdadına hattatların matbaa işini gördüğü palavrası yetişmektedir.

Bilirsiniz, Anadolu'da birçok Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Pir Sultan Abdal vardır. Birileri çıkar, çoğu zaman okul kitaplarından "örnek" hükümdar diye öykünerek okuduğumuz birine başkaldırarak halkın özlemlerine tercüman olur. Sonraları bu halk kahramanı adeta soyut bir kavram haline dönüşür ve ortalık aynı ada sahip insanlarla doluverir. Zaman yolculuğu yapıp da o tarihlerde yaşayan insanlara ortalıkta dolaşanların duyduklarını yapan kişi olmadığını söyleseniz, muhtemelen canınızdan olursunuz. Çünkü, otoriteyi sağlamanın tek yolu olarak zulmün kanıksandığı bir yerde farkındalık ne mümkündür ne de iyi bir şeydir; cemaat kendisini tarih sahnesine şeyhi uçurarak yerleştirmektedir. Bunun zamanımızda da pek değiştiğini düşünmüyorum. Aslında, kahramanlar egemen güç tarafından yaratılarak toplumun tüketimine sunulduğu için, işin bu yönü günümüzde daha da kötü bir hal almış durumda. Gelecekteki bir halkbilimcinin günümüz Türkiye'sinin kahramanlarını incelediğini bir düşünsenize! Turgut ÖZAL, Muhsin YAZICIOĞLU, Mehmet AĞAR, Recep Tayyip ERDOĞAN, Nihat DOĞAN, Seda SAYAN, vs.

O zaman soru şu: günümüz Türkiye'sinin tarihini kimler yazacak: saray dalkavuklarının günümüz uyarlamaları mı, halk türküleri mi? İnternet'te dolaşan "ileri demokrasi" polislerine hemen söyleyeyim, benim yazmayacağım kesin. Ne de olsa ben yazsam bile basılmadan toplanır! Ama, şurası kesin ki, torunlarımız da bizim gibi olursa bu sorunun pek de bir anlamı olmayacak. Çünkü yazılan kitaplar, kim yazarsa yazsın, okunmayacak. Ancak, gavur kendine iş edinip bizim tarihimizi yazarsa, ki bu dedeleri Osmanlı tarihini Hammer'den okuyan bendenizi hem hüzünlendiriyor hem de sevindiriyor, iş başka. Ne de olsa, bu arkadaşlar Türk gazetelerinden başka kaynakları da kullanılırlar ve ortaya okunabilir, tarih sahnesindekilerle çelişmeyen bir şeyler çıkar. Ama size itiraf edeyim, adamların işi çok zor olacak. İşi kotarabilmek için, zaman içinde yolculuk yapıp bize sormaları olanaksız gözüktüğüne göre, tarihçi dostlarımızın psikolog ve halkbilimci ordusuyla birlikte çalışmaları gerekecek. Çünkü, hükmedenler içinde öteki ben (İng., alter ego) olgusunun bu kadar çok kendini gösterdiği—galiba göstermek zorunda kalıyorlar—halkın gerçeğe kulaklarını tıkadığı—galiba sağırlar—bir başka ülke var mıdır, bilmiyorum. Bir ihtimal, Türkiye'yi örnek alıp "şeriat demokrasisi" gibi bir garabeti gerçekleştirerek ABD ve AB'den alkış alan Arap ülkeleri olabilir!

Turgut ÖZAL'ı çoğunuz hatırlarsınız. 24.Ocak.1980 Kararları zamanında DEMİREL'in kanatları altındaki bu kişilik, kararların devamının siyaseten olanaksızlığı nedeniyle dışarıdan kotarılan 12.Eylül.1980 Darbesi'nin 3 yıla yakın bakanlığını yapmış ve askerler tarafından onay verilen üç—evet sadeçe üç!—partiden birinin başına geçerek iktidara gelmiş, ülkemizin şu an içinde bulunduğu dağılma sürecini başlatmıştır. 1977 Seçimleri'nde o dönemin dinci partisi MSP'nin İzmir 1'inci sıra senatör adayı olup seçilemeyen Turgut ÖZAL, 1987'deki halkoylamasında siyasi yasakların kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Kartelleşmenin önünü açıp basının içinde bulunduğu zavallılığa sebep olan Turgut ÖZAL'ın büyük oğlu Ahmet ÖZAL, yasal olmadığı halde şu an Türkiye'yi soyduğu paralarla Paris'te gününü gün eden Cem UZAN ile ortaklaşa Star Televizyonu'nu kurmuştur. Bütün bunlara rağmen, medyamızın "aydın" kontenjanından yorum yapan gölge veremeyecek kadar küçük mensuplarına bakacak olursanız Turgut ÖZAL, ikinci Atatürk ve bir reformist demokrattır. Tümce içinde geçen somut ve soyut tüm kavramların ırzına geçen bu yorumun yorumu ise geleceğin tarihçilerine bırakılmış gözükmektedir. Çünkü, günümüz Türkiyesi'nde Turgut ÖZAL bir azizdir ve ölümü genellikle seçim öncelerinde olmak üzere çok uygun zamanlarda tekrar tekrar ileri sürülerek, halkımıza yel değirmenlerini yenecek "demokrat, liberal bir yiğitin" Büyük Patlama'dan da sorumlu olan Ergenekon tarafından öldürüldüğü konusu işlenmektedir. Çözüm nedense Özal Ailesi'nin tüm ısrarlara karşın vermediği deliller ve kontrol izinleri nedeniyle diğer seçime kadar ertelenmektedir.

1980 öncesinde Ülkü Ocakları'nın başkanlığını yapan ve bu makamın en uzun süre sahibi olma özelliğine sahip Muhsin YAZICIOĞLU'nun durumu da farklı değil. O dönemdeki kan gölünden sorumlu iki kutuptan birini temsil eden bu örgütün 12 Eylül mahkemelerinde sol örgütlerinkinin aksine örgüt olarak değil ayrı ayrı bireysel davalarla mahkeme edilmeleri sayesinde birkaç yılla kurtulan Muhsin YAZICIOĞLU, 1980 sonrasında kendini şiir yazmaya vermiş, MHP'den ayrılarak AKP'nin öncülü RP ile seçim işbirliği yaparak Meclis'e girmiştir. Kendisini taşıyan helikopterin uçuş kayıtları, bu konunun üzerine gittiğine inanılan bir hükümet ve yargının varlığına rağmen, yıllardır ortaya çıkmamıştır. Buna karşılık, hapishanelerdeki nüfusun yarısından fazlasının suçları kanıtlanmadan zanlı olarak hücrelerde süründüğü ülkemizde aziz mertebesine geçişin daha hızlı olduğu da pek görülmemiştir. Hiç kuşku yok ki, parasız eğitim istedikleri için deyim yerindeyse 16 ay hapiste unutulan öğrencilerin ülkesinde bunun yorumunu yapmak bizim işimiz olamaz; önümüzdeki seçimler ve diğer önemli kavşaklarda yeniden hatırlanacak bu olay, olsa olsa geleceğin HAMMER'lerinin psikolog ve halkbilimci ordusuyla birlikte yapacağı araştırmalarla yorumlanabilir.

İzmir milletvekili Mustafa BALBAY'ın daha önce hiç tanımadığı sağ görüşlü kişilerle birlikte kendi gazetesine bomba atmayı planladığı senaryosuyla üç yıla yakındır hapiste tutulduğu ve Deniz Kuvvetleri'mizdeki yüksek rütbeli subayların yarısından fazlasının kurulmamış şirket ve NATO birliklerinin kuruluş tarihlerini kusursuz bir biçimde öngörerek hazırladıkları darbe planları nedeniyle hapiste tutulduğu ülkemizde, Susurluk örgütlenmesindeki ağırlığı ortada olan Mehmet AĞAR'ın durumu da benzer bir araştırma gerektiriyor sanki. Emrindeki adamların içeriye atılıp kendisi dışarıda kalan bir örgüt lideri görünümü veren bu eski Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı, sanki hapse girmeme noktasında bir bağışıklığa sahip. Susurluk davasında aldığı hafif ceza dışında Ergenekon bağlamında hiç danışılmayan bu şahsiyetin ANAP-DYP birleşme çabalarını dinamitleyerek diğer "orta sağ" partiye verdiği dolaylı destek, geleceğin tarihçilerinin gözünden kaçmayacak gibi geliyor bana.

Henüz tarihe geçmekte olan şu anki Başbakan'ımız Recep Tayyip ERDOĞAN ise, beni en çok şaşırtan kişilerden. Bir yandan "Van Münüt" diyerek özlenen lider izlenimini verirken Irak'taki Amerikan askerleri için dua edilmesini istemesi ve BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmesi, öte yandan NATO'nun Libya seferine koyduğu yerinde postadan bir hafta geçmeden cayması ya da gazetecileri, bazı gazeteleri dışlayarak, çağırdığı toplantıya gazete patronlarını da çağırması şaşkınlık sebeplerimin sadece üç tanesi. Ayrıca, İstanbul Belediye Başkanlığı'na seçilmesi öncesinde halkla ilişkiler stratejisinin bir parçası olarak kendisinin de ruhsatsız bir evde oturduğunu söylemesi belleklerden silinmemişken, Ayamama Deresi Taşkını ve Van Depremi sonrasında muhalefet partisi lideri gibi konuşarak ruhsatsız binaların yıkılacağını söylemesi de bende geleceğin yetenekli tarihçilerinin işini psikolog yardımı olmaksızın yapamayacağı inancını uyandırmakta. Çünkü bu günleri yaşayan bendeniz bile, Anadolu'da dolaşan birçok Yunus misali, bazen birden çok sayıda Recep Tayyip ERDOĞAN'ın olabileceğini düşünüyorum. Buna, Sulukule'de toplu yerinden etme haline dönüşerek icra edilen kentsel dönüşümün, yüzyıllar boyunca oya gibi işlenerek oluşturulan İstanbul siluetinin sadece Salacak'tan bakıldığında korunduğunun mimar Belediye Başkanı Kadir TOPBAŞ tarafından itiraf edilmesi eklendiğinde iş daha da sarpa sarıyor. İnsan sormadan edemiyor: Acaba Kadir TOPBAŞ hangi partiden, İstanbul son on yedi yıldır hangi partiler tarafından yönetildi?

Kafa karıştırıcı değil mi? Yukarıdakilerin arasında beğenmediğiniz pek çok şey olabilir ama yazılanların hepsinin doğru olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunları, Kürt ayrılıkçıkları gerilla ve özgürlük savaşçıları, aydın ve askerlerimizi ise tarihin başından bu yana hüküm sürmüş bir melanetin baskına uğramış yılmaz savunucuları olarak gören yaratılmış egemen düşünce ortamı ile düşündüğünüzde, işin aslında pek de karışık olmadığını, her şeyin apaçık ortada olduğunu göreceksiniz. Yalçın DOĞAN'ın 30.Eylül.2011 tarihli köşesinden bir alıntıyla yardım etmeye çalışayım. Mecliste temsil edilen bir siyasal partinin önde gelen isimlerinden biriyle yapılan konuşmadan aktarılan özet, söz konusu partinin Anayasa ile ilgili kırmızı çizgilerini de içeriyor.
  • Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık tanımı değişmeli.
  • Tevhid-i Tedrisat kaldırılmalı.
  • Atatürk İlkeleri Anayasa'dan çıkarılmalı.
  • Kamusal alanda türban serbest bırakılmalı.
  • Yerel yönetimlerin yetkileri artırılmalı.
  • Anayasa'nın değiştirilmez maddeleri kaldırılmalı.
Yukarıda verdiğim maddelerin hangi partiye ait olduğunu sorarsam, sanırım çoğunuz bunun AKP'nin sözde liberal kanadını yansıtan bir memorandumun parçası olduğunu düşünebilir. Gelin görün ki, bir maddesini vermediğim bu liste BDP'ye ait ve dışarıda bıraktığım, Güneydoğu'da Kürtçe, Türkçe ile birlikte ana dil olmalı, maddesi de AKP tarafından kabul görebilecek bir madde. Bütün bunları, iptal edilen Cumhuriyet Bayramı törenleri ile birlikte düşünün, iş ortaya çıkacaktır: kaç tane Yunus vardır belki bilemeyiz ama, bir tane AKP ve BDP var; Batılılar'ın gözünde 1. Süleyman muhteşem olabilir ama benim gözümde birçok iyi şeyin yanında uzun yüzyıllar bizi zorluklara sokan icraatların kimi zaman gönüllü kimi zamansa gönülsüz sorumlusu! Aklınızda olsun!

25 Ağustos 2011

Mantığa Meydan Okuyan Ülke: Türkiye

Çin atasözü, baktın ki başkalarını değiştiremiyorsun kendin değiş, demiş. Ben de bunu, baktın ki, başkalarını haklı olduğuna inandıramıyorsun onların haklı olduğunu kabul et, şeklinde kendime uyarlamaya karar verdim. Ama, yine de düşündüklerimi yazarsam, bir umut, değişmekten yırtabilirim belki. Malum, filozoflar mükemmel olanın değişemeyeceğini söylemiş.

Kendim konusunda pek iddialı değilim ama, halkımızın mükemmelliğine kani olduğumu söylemeliyim; ne de olsa, son 60 küsur yıldır adı değişmekle birlikte aynı zihniyete oy vermekte ve son on yıldır da, 80 yılda ne yapıldı ki, diyerek Cumhuriyet Devrimi'ne olan "yıkılmaz" güvenini açığa vuranlara inancını yinelemekte. Evet, ülkemizde saçma şeyler söyleyip saçma şeyler savunmak çok demokrat olmanın ikinci koşulu. Birinci koşul, neyin caiz olduğuna karar vermek için demokrasimizin Humpty Dumpty'lerini örnek almak.

Humpty Dumpty'lerimize inanacak olursak, ortalama bir vatandaşın okulda kalma uzunluğu 5-6 yıl olan ülkemizde, demokrasiyi iyileştirmenin yolu Anayasa'yı değiştirmekten geçiyor. Bazı illerimizde intihar süsü verilen töre cinayetlerinin astronomik bir şekilde artması, Ramazan nedeniyle zihni açılan halkımızın yönelttiği, cinlerle evlenmek caiz mi, sorusunun sayfalar dolduracak bir saçmalıkla TV'lerimizden yanıtlanması,1 ülkemizin kadınların istihdamı bakımından %21.62 ile 189 ülke arasında 179. sırada olması, ... bütün bunlar, Anayasa'yı değiştirdiğimizin ertesi günü tarihin acımasız kıyma makinesinde yok olacak. Belki, Anayasa'ya eklenecek fay hattının başka yerden geçirilmesi kararı letafetindeki birkaç ileri demokrasi maddesi işi halleder ama...

2011 Seçimleri ve sonrasına dair, bana mantığın ülkemizde artık hüküm sürmediğini düşündüren bazı gözlemlerimi paylaşmaya, Recep Tayyip Erdoğan'ın Bayburt'taki seçim mitinginde söylediği ve Türkiye'deki ana sorunu gayet güzel açıklayan bir veri ile başlayayım. Başbakanımız bu mitingde, CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru sonucunda Bayburt'un milletvekili sayısının bire düşürüldüğünü söyledi. Büyük şehirlerde 150 bin nüfusa bir milletvekili düşerken kendi şehirlerinde 40-50 bin nüfusun bir milletvekili çıkarmaya yetmesini temsilde adaletsizlik olarak görmeyen Bayburtlular'ın alkış ve yuhalamalarıyla karşılanan bu açıklama aslında Anadolu'nun içine düştüğü ekonomik çöküşü simgeliyor. İnanmıyorsanız, Tarhan Erdem'in yaptığı bir seçim öncesi çalışmadan aldığım şu Türkiye haritasına bir göz atın.


Biraz dikkatli bir göz, Anadolu'nun birkaç şehre boşalmakta olduğunu görecektir. Az da olsa nüfus sayım sisteminin değişmesinin de katkıda bulunduğu bu tablonun tek bir açıklaması olabilir: Anadolu'da işler iyi gitmiyor. Yarısından fazlası dört veya daha az sayıda milletvekili çıkaran şehirlerimiz hayaletleşirken, büyük şehirlerin nüfusu patlamakta. İş o kadar kötü ki, Hüseyin Çelik'in İzmir'e örnek olarak gösterdiği Konya iki milletvekili kaybederken, İzmir iki milletvekili kazanıyor. Ülkemizin kara deliği olan İstanbul'un on beş artışla 85 milletvekiline çıkması durumu biraz daha netleştirmekte: Anadolu, sakinlerinin %71'i bir kuruma veya kişiye borçlu ve %71,3 oranında yargıya güvenmediğini söyleyerek yolsuzluğu %2,3 ile sorunlar listesinde son sıraya iten taşı toprağı dert yumağı İstanbul'a boşalıyor.3 Tablo o kadar acı ve net ki, TÜİK'in yaptığı istatistik sihirbazlığı ile %10'un altına inen işsizlik rakamlarının şu ayrıntıları bile Anadolu'yu kandıramıyor: Mayıs 2011 işsizlik anketine göre, işsiz sayısındaki 490 binlik azalışın yarısı tarımdan, yani Anadolu'dan, gelirken, imalat sanayiinde, yani büyük şehirlerde, işsiz sayısı 40 bin artıyor. Anlayacağınız, Anadolu'daki deprem o kadar büyük ki, vatandaşlarımız ata topraklarını bırakıp binalarının %72'si ruhsatsız, kamu binalarının %80'e yakını depreme dayanaksız İstanbul'a geliyor; Kanal İstanbul'daki lüks konutlarda 21. yüzyılı yaşamaya değil!

Beni, deyim yerindeyse çaresiz hissettiren ikinci gözlemimi, uydurma bir senaryo ile anlatayım. Yıl 2011, yer Almanya'nın Protestan ağırlıklı bölgelerinden birinde bir seçim meydanı. Angela Merkel, aşka geliyor ve seçimdeki en büyük rakibinin Katolik olduğunu söyledikten sonra, Papacı birine güvenilemeyeceğini ilan ediveriyor. Daha önceleri Katolikler'e eşit haklar verilmesi için bu mezhebin temsilcileriyle defalarca bir araya gelen Şansölye'nin bu ifadesi, meydandaki binlerce kişi tarafından Katoliklik'e yağdırılan yuhalamalar ile takip ediliyor. Kabus gibi, değil mi? Maalesef, Türkiye için bu senaryo belki eskiden kabustu ama artık gerçek. Çünkü, Başbakanımız miting yaptığı birkaç şehirde, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alevi olduğuna atıfta bulunduktan sonra, nüfusumuzun %30'a yakınını oluşturan bu kitleyi yuhalattı.

Ülkemizin geleceğine ilişkin kaygılarımı artıran üçüncü gözlemim, seçim sonrasında kurulan ustalık kabinesi üyelerinin neredeyse aynı tornadan çıkmış olmaları. Aşağıda listelediğim maddelerden de görülebileceği gibi, bir önceki kabineden bu yana değişen bir şey olmamış.

  1. Nüfusun %50'sini oluşturan kadınlarımız kabinede tek hemcinsleriyle temsil ediliyorlar.
  2. Nüfusun yaklaşık %30'unu oluşturan Alevi vatandaşlarımız kabinede temsil edilmiyor.
  3. Bakanların doğum yerlerine bakıldığında, Ankara'nın batısındaki illerde doğmuş sadece üç bakan olduğu görülüyor. Bunlardan, Bülent Arınç Bursa, Nihat Ergün Kocaeli, Veysel Eroğlu ise Afyonkarahisar doğumlu. Yani, coğrafyamızın batısı neredeyse es geçilmiş.4

Nüfusun büyük bölümlerini dışarıda bırakan böylesine—deyim yerindeyse dışlayıcı, ötekileştirici— bir kabine görevdeyken, önümüzdeki dönemin en popüler sözcüğünün uzlaşı olmayacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Aslında, bunun ilk sinyallerini aldık da. Hapisteki milletvekillerinin durumunun sürüncemede bırakılması, 644 sayılı KHK ile belediye ve meslek yönelimli kurullardaki yetkilerin Ankara'daki hükümete devredilmesi bunlardan sadece iki tanesi.



Kurbağanın, haşlak suya atılması sonrasında can havliyle sıçrayarak kazandan kaçabileceği için, hafifçe ısıtılan bir kazana atılarak yavaş yavaş kaynatılması gerektiği söylenir. Görünen o ki, 24-Ocak Kararları'yla düşük ısıda başlatılıp günümüze kadar artan ısıda sürdürülen Türkiye'yi kaynatma işi, önümüzdeki dönemde de sürecek. Bu bağlamda, yakın zamanlarda konuşacağımız olası "başarı öykülerini" şöyle listeleyebiliriz.

  1. Kumandansız kalan ordumuzun bölgeye "demokrasi" getirmesi: ABD ve İngiltere'den gelen dolduruş haberlerine bakılırsa, Türkiye bölgenin kahyalığına atanmak isteniyor ve bunun için ülke içindeki hazırlıklar tamamlanmışa benziyor. Tabii ki, Batı'nın Çin'i çevreleme politikasının belki de en önemli parçası olan bu görev, modern zamanların Hasan Mutlucan'ı olan Nihat Doğan'ın replikleri ile ayrı bir anlam kazanacak.
  2. Elde kalan devlet bankalarının (Ziraat Bankası, Halkbank, VakıfBank) yasalar değiştirilerek yeni bir özelleştirme dalgasıyla, muhtemelen yabancılara, satılması: Politik ve sosyal riskleri göz önüne aldığımda, söz konusu bankaların hepsinin satılabileceğini düşünmüyorum ama Vakıfbank gidecek gibi gözüküyor.
  3. Sağlık sektörünün yabancılaştırılması: Sağlık turizmi ile başlayan yabancı ilgisi, Türkiye'deki sağlık kurumlarının alınmasına doğru gidecek gibi gözüküyor. Tıpkı, Türkiye'ye turist gönderen acentaların zamanı geldiğinde otellerden ortaklık istemesinde olduğu gibi. Gelişmiş ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin yükünü azaltacak bu tür bir girişim, ülkemizdeki pek çok sağlık kurumunun vatandaşlarımıza, artacak katkı payları nedeniyle, daha kısıtlı bir hizmet sunacağı anlamına geliyor.
  4. Uyutucu ve uyuşturucu sektörlerin biçimlendirilmesi: Futbol liglerine yapılan operasyonun ardından başlayan ve yıllar süreceğe benzeyen "hukuki" süreç, sporda da önemli noktalara atamaların Ankara'dan yapılacağını gösteriyor. Bence bunun ilk örneğini, Aziz Yıldırım'ın yerini dolduracak kişinin seçiminde göreceğiz. Benim en güçlü adayım, bir yıl civarında bir geçiş dönemi ve Ali Koç gibi bir geçici başkanın ardından, Murat Ülker. Bu konudaki kuşkumu güçlendiren bilgi, Sözcü gazetesinin iki hafta kadar önceki bir sayısında, Başbakan'ın Aziz Yıldırım'a söylediği ve tapelerde bulunduğu savlanıp henüz tekzip edilmemiş olan şu cümle: Aziz Bey, hangi adayın başkan seçilmesini sağlayalım?

    Ülker Holding'in adı, medya içindeki yeni oluşumlarda da geçiyor. Söylenen, Ülker Holding'in Aydın Doğan'ın elindeki artık medya kuruluşlarını bir Amerikan şirketi ile birlikte satın alacağı.
  5. Bağımsız, özerk ve yarı özerk kuruluşların bakanlıklara bağlanması: Yalancıktan da olsa Arap ülkelerinin özgürleşip demokratikleşmesinden bahsedilen şu sıralarda Türkiye'nin Baaslaşmasına neden olacak bu değişim üniversite, YÖK ve yargı harekâtlarıyla başlamıştı. Sıra, koruma kurulları ve BBDK, BTK, EPDK, RTÜK gibi özerk kuruluşların ilişkin bir bakanlığa bağlanıp hükümetin emrine girmesinde.

Yine çok kötümserim, değil mi? Aslında, arasıra iyimser olunabileceğini de düşünmüyor değilim. Mesela geçenlerde, birbirinden güzel kızların voleybolda Dünya Şampiyonu olması süper mutlu etti beni. Ama, Mısırlı kızlardan uluslararası federasyondan özel izin alınarak türban ve uzun giysilerle oynayanını gördüğümde, burada da olur mu, diye sormadan edemedim. Ne de olsa, ülkemizde antrenmandan çıkmış voleybolcu kızların şortla otobüse binip kaykılarak oturması yasak ve bu yasağa uymayanlar herkesin gözü önünde tartaklanarak cezalandırılır.

İyimser olmaya gayret gösterip de kendi kendime, ustalık dönemi kötü başladı ama iyi devam etmesi için hiç mi umut yok, diye sorduğumda, pek muhterem basınımız ve mutluyum diyenlerin oranının %70-80'lerde dolaştığı halkımızın benden ne kadar farklı bir ülkede olduğunu gördüğümde işin daha da kötüye gideceğini düşünmeden edemiyorum. Alın size, 12 Eylül Referandumu öncesinde de çok ciddi boyutlarda olduğu halde ancak seçim sonrasında dillendirilmeye başlanan cari açık kaygısını. Daha 6-7 ay öncesine kadar dolar ve TL'nin eşitlenme ihtimalinden Türkiye'nin gücüne vurgu yaparak bahseden kimi milletvekilliği beklentisi içindeki ekonomist-gazeteciler, seçimin sonrasında ihracatçıyı hatırladılar ve dövizdeki önlenilmez artışın cari açığa olumlu katkılarından bahseder oldular. Alın size, balkon konuşmasında geçen "Bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır..." ifadesinde, komşularla sıfır(?) sorun politikasının felsefi ruhunu arayanların, iki ay bile geçmeden Beşar Esad'ı yönetimi bırakmaya davet etmelerini. Alın size, bir belediye otobüsünde, belediyenin çıkardığı aylık dergiyi okuduğumu görerek bana yaklaşması üzerine tanıştığım, ilkel yöntemlerle maden çıkarma, HES ve nükleer enerji santralı taraftarı, çevreci düşmanı, İvrindili polis memuru İbrahim'in, hükümetimiz bilmeyecek de protestocular mı bilecek demesini.

Anlayacağınız, bendeniz şu aralar %80'lik bir yüzdeyle yurtdışına kaçmak isteyen öğrenci milletine kızmaktan vazgeçtim. Ne de olsa, işi mantığına uydurmak için, ilkokul çocuklarının iffetlerini korumayı bir metrekarelik beze emanet eden bir ülkeyi, kadınlarına Fransa'dan 10 yıl önce seçme seçilme hakkı veren ülkeye; Avrupa Birliği kapısında bekletilmeyi kendi emellerine erişmek için altyapıyı hazırlamakta kullanan politikacıları, Cemiyet-i Akvam'a davet edilen bir devletin kurucularına tercih eden insanlara aydın denilen yere aydınlık gelmez.


  1. Yanıtı merak etmişsinizdir, söyleyeyim de içiniz rahat etsin: cinle evlenenler görülmüş olmakla birlikte, dinimizce bu tür bir sözleşme aktetmek caiz değil. Çağları karıştırmamanız için zamanı da not düşeyim: Ağustos 2011!
  2. Cumhuriyet kazanımlarının altının çok fazla oyulmamış olduğu 1955 yılında bu rakam %72.
  3. Bu sonuçları veren anketin ayrıntıları için buraya bakabilirsiniz.
  4. Ayrıntılı bilgi için, buraya bakabilirsiniz.