05 Haziran 2015

2015 Genel Seçimleri...

Yakup Kadri, Sodom ve Gomore adlı romanında Halife Vahideddin'in payitahtı İstanbul'un işgal yıllarında yaşadığı çürümeyi anlatır. Türk olduğu anlaşıldığında bunu inkar etmek için çırpınan Madame(!) Jimson'dan tutun da, çevresinde ona yaltaklanmak için kendilerini helâk edenlerden tiksinen İngiliz asker Yzb. Jackson Read'e kadar pek çok şey sanki zamanının Wikileaks belgelerinden yazılmış gibidir. Ülkelerini savunmak için kendilerini ateşe atanların Malta'ya sürgüne gönderildikleri ya da şeyhülislam tarafından kafir ilan edilip Sultan'ın fermanıyla idama mahkum edildiği bu dönem, günümüzün yurtsever aydınlarına tarihin, ne yazık ki, tekerrürden ibaret olduğunu haykırmaktadır adeta. Dinci ve sözüm ona liberallerin ortak ülkülerine ulaşmak amacıyla öbekleştiği Hürriyet ve İtilaf Fırkası yerini Ayakkabı Kutusu Partisi'ne bırakırken, İngiliz Muhipleri Cemiyeti1 üyesi şeyhülislamın rolü ABD'de yaşayan ve ülkedeki süresiz oturma izni (yeşil kart) başvurusu CIA Ortadoğu görevlisi tarafından desteklenen din alimi tarafından oynanmaktadır. Malta Zindanları'nın Silivri Zindanları ile değiştiği hazin tabloda, idam fermanları yerini Özel Yetkili Mahkemeler'de verilen ömür boyu hapislere bırakmıştır. Kamu parasının "adil" ihalelerle "uzman" firmalara akıtılması sonrasında "zekât" olarak kurulan medyanın pek mahir kalemşorlarınca sergilenen Ali Kemal'i aklayıcı performanslar, gizlice İslam'ı seçmiş cihan hükümdarı geleneğinin Napolyon ve II. Wilhelm'den Prens Charles ve Kenyalı Hüseyin'e geçmesiyle birlikte düşünüldüğünde, elbette ki, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi halifenin tüm Müslümanlar'a hükmettiği bir "imparatorluğun" dünya Müslümanlar'ının ileri demokrasiyle yönlendirildiği dünya lideri bir ülke ve lideri tarafından hak ettiği biçimde ihya edildiği gerçeği gözden kaçmayacaktır.

Bu "parlak" tablo, Nazım tarafından Abidin Dino'ya yöneltilen 'Mutluluğun resmini çizebilir misin?' meydan okumasının, ülkemiz insanlarınca 'Hülöğğ' denilmek suretiyle kolaylıkla karşılanabileceğini düşündürebilir. Bu konuda pek emin olmamakla birlikte, 2015 Genel Seçimleri öncesinde ülke olarak kaydettiğimiz ilerlemelerin tarihe not düşülmesi adına bunun denemeye değer bir hedef olduğunu düşünüyorum ve huzurlarınızdayım. Sözgenliğimin yetersiz kaldığı yerler için şimdiden özür dilerim.


Giriş


Yakındoğu kültürünün belki de en muhteşem yazın ürünü olan 1001 Gece Masalları'nın tekrarlayan temalarından biri, halifenin şehri gezmesi sırasında önüne çıkan birisine olmadık bir biçimde vezirlik bahşetmesi ve söz konusu kişinin görevini uzun bir süre başarıyla ifa etmesidir. Yapılması gereken tek şey, halifenin yönelttiği tuzaklı bir soruyu cingöz bir şekilde yanıtlamaktan ibarettir. 1001 Gece Masalları'nda en çok geçen sözcüklerden biri olan 'baht' ile açıklanan bu durum, kimi zaman kör, topal ve ümmi bir dilencinin vezirliğiyle de bitmez, yeni vezirin halifenin kızlarından en güzelini kapmasıyla da taçlanır. Alınması gereken ders, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan halifenin mutlak güç sahibi olduğu ve geri kalan herkesin hiçbir şey ifade etmediğidir. Ortalama garibanın görüş alanı içindeki herkes için geçerli olan bu "eşitleyici" ilke—elbette ki, düzeni oluşturan güçlüler bundan etkilenmez—devlet yönetimini çok kolaylaştırır. Zamanın yavaş aktığı coğrafyada herkes biat eder, vadesi geldiğinde hak ettiği bir biçimde ölmeyi dileyerek yaşar ve yaşarken sürekli ölüm sonrası vaat edilen ödülü hayal eder. Toplumu baskılayan miskinliğe meydan okuyan kişiler ise, "eşitlik" duygusunun düşmanı ilan edilirler ve tanrının değişmez düzenine2 karşı çıktığı için en ağır bir biçimde cezalandırılırlar.

Toplumun edilgen yapısı, zaman içinde [genelde] Yakındoğu'ya has bir kurumun işleme sokulması beklentisine neden olur: peygamberlik. Matbaa'nın yaygınlaşmasıyla ortaya çıkma sıklığı azalan peygamberler, bir şekilde azan ve değişmez düzeni değiştiren(!) insanları yeniden yola sokmak için eski mesajın yeni bir uyarlamasını getirirler. Doğal olarak eski inancın takipçilerine hitap eden yeni peygamberler, çoğu zaman eski dinin takipçilerini ikiye böler. Bunlara en güzel örneklerden biri, 1666 yılında İzmir'de ortaya çıkarak Osmanlı'nın Musevi cemaatine bekledikleri mesihin kendisi olduğunu ilan eden Sabetay SEVİ'dir. Osmanlı dışındaki Museviler'i de etkileyen bu şahıs, kendisine inanmayan cemaatin huzurunu kaçırır. Ne de olsa, ortaya çıkacak bir kaynaşma Saray'ın dikkatini çekecek ve önerilecek çözüm muhtemelen tüm Museviler için acılara neden olacaktır. Dolayısıyla, Saray durumdan haberdar edilir ve çözüm için yardım ricasında bulunulur. Bunu üzerine SEVİ, huzura çıkması için Saray'a çağrılır. İzmir'den yola çıkarken SEVİ'nin mesih olduğundan emin takipçileri, Edirne'deki IV. Mehmet'in dünya hükümranlığını mesihe devredeceğini hayal etmektedirler. Bu hayal, İslam'a geçmesi ve başını omuzları üstünde taşımak zorunluluğundan azad edilmesi seçeneklerinin sunulması sonrasında Sabetay SEVİ'nin ilk seçeneği yeğlemesi ve Saray'ın maaşlı memuru olmasıyla boşa çıkarılır. Ne var ki, takipçilerden bir bölümü yollarından dönmez ve bu uğursuz olayın vaat edilen büyük ödül ile orantılı zorluktaki sınavın bir parçası olduğunu düşünürler. Mesihin hükümranlığı ölümünden önce ilan edilmesi garantisiyle birlikte ertelenmiştir. İnananların yapması gereken, onun gösterdiği yoldan giderek İslam'a dönmüş gibi yapıp beklemektir. Gelin görün ki, ecel Sabetay SEVİ'yi bulduğunda daha önceden planlananlardan hiçbiri gerçekleşmemiştir. İnanan kitlesi biraz daha azalır ama kararlılık artar. Ne de olsa, tanrının seçtiklerinden olabilmek için verilmesi gereken sınavın zorlu olması ve mantığa meydan okuması normaldir. SEVİ'nin öteki taraftan dönmesine bağlanan dünya hükümranlığının gerçekleşmesi beklentisi, zaman içinde Dönmeler olarak anılmaya başlanan bu kitlenin eğitim düzeyinin yükselmesiyle birlikte yok olur ve Dönmeler laik birer Müslüman olur çıkarlar. İki yüzyıldan uzun süren bu ağrılı sürecin öğrettiği ders açıktır: cehalet kişinin imgelemini zehirleyen bir hastalıktır; cehaletin bir toplumda yaygın olması onun hastalık olduğu gerçeğini değiştirmez.

Cehaletin belki de en kötü türü, büyük kentlerimizi çirkin kasabalar federasyonuna çeviren cingöz kasabalı cehaletidir. Köyde yaşayıp doğanın yasalarını çaresizce kabullenen köylü ile kentte yaşayıp insan yapımı kuralları benimseyen kentsoylu arasında kalan devekuşu misali bu insan, kurallarını koşulların dikte etmesine göre kendisi uydurur. Bu arkadaş için diğer kentlilerin ve kentin hakları yoktur. Zihinsel gelişimi henüz duygudaşlık kavramının oluşmasına el vermemiştir ve çıkar kavramı başarının önkoşulu olarak yüceltilir. Trafik lambaları futbol takımı renklerini anımsatan kimi zaman gerekli gözükse de çoğu zaman klaksonlarla protesto edilen gereksiz ayrıntılardır; vergi daireleri ise içinde çalışan sülük memurların maişetini sağlayan lüzumsuz yapılardır. Tek katlı kâgir köy evi yapıcılığından çok katlı betonarme apartman inşa eden müteahhitliğe kolayca geçilmiştir ama şehir plancısı, mimar, peyzaj mimarı ve inşaat mühendisi olmak ona çok uzaktır. Bu meslekler cingöz kasabalının ve onun gayretkeş kardeşlerinin yükselişini engellemek için adeta uydurulmuştur. Bütün bu hezeyanlar kendini kesilen veya inceltilen kolonlar, alacalı bulacalı boyanmış fasadlar ve otoyol kavşaklarına hapsedilmiş yeşillik olarak gösterir. Aslolan meslek sahibi olmak değil iş tutmaktır; planlayıp yapmak değil kotarmaktır. Doğa yasalarını depremlerde ve otoyolları nehirlere çeviren sellerde hatırlayan cingöz kasabalı, bilimi insan yapımı bu felaketlere karşı çaresiz olmakla suçlamak dışında hiçbir zaman hatırlamaz. Durum böyle olunca Kalvenci itikada sahip bir "dindar" olmak zarurete dönüşür; cennete girmek için insaf sahibi olmak değil belli bir dinin belli bir grubundan olmak gereklidir. Ama en önemlisi, zenginleştiğinde kendisini taşı sıksa suyunu çıkaracak derecede çalışkan olmak bahtına sahip sayan bu kardeşimiz, aksi durumda kendisini bahtsız olmakla aklar. Ancak, her iki durumda da bir şey değişmeyecektir: cingöz kasabalının doğru yolda yürüdüğü herkese kendisinin fikirsel kopyası olan bir peygamber tarafından duyurulmalıdır.

Ekonomi


Ekonomi kanallarının sahiplik ilişkileri (BloombergHT Ciner'e, CNBC-e Doğuş'a ait) ve TÜİK tarafından derlenen/yaratılan istatistiklerin kuyruklu yalan olarak yorumlanabilmesi sayesinde, AKP hükümeti ve taraftarlarınca en kolay uydurulan başarı öyküleri ekonomiden geliyor. Bunlardan en ısrarla dillendirileni, ulusal gelirin yükselişi konusundaki palavra. Kişi başına gelirin 3800 $'dan 10000 $'ın üstüne çıkması veya ulusal gelirin 280 milyar $'dan 800 milyar $'a varması şeklinde ifade edilen bu "başarı öyküsü"nün koskoca bir yalan olduğu, 2008 sonrası büyüme değerlerinin çakılması ve ABD Doları'nın FED'in parasal genişlemeyi durdurma yönündeki kararı sonrasında hızlı bir biçimde yükselmesiyle ortaya çıktı. Araya sıkıştırılan 2006 ve 2010 yıllarındaki gelir hesaplama yöntemlerindeki değişikliklere rağmen, 2008 yılında 10000 $'ın üstünde olan kişi başına gelir şimdiden 8500 $'ın altına indi.3 Bir diğer deyişle; ABD Doları cinsinden kişi başına gelir son yedi yılda, artmayı bırakın, %20 civarında azaldı. Bu kötüye gidiş kendisini Türkiye'yi dünya ekonomileri içinde 17. sıradan 19. sıraya düşürerek gösterdi. Bir diğer ürkütücü gösterge, kurların yükselmesi sonucunda mallarımızın çekici olması ve dışsatım gelirlerinin artması gerekirken, ucuz döviz nedeniyle dışalıma bağımlı hale gelen dışsatımımızın düşmesi. 2015 yılının ilk beş ayında %8,3 azalan dışsatımımız Mayıs aynda %19 düşüş ile adeta çakıldı.4 Maalesef, görünen o ki, bu düşüş daha da devam edecek.

Bütün bunların yükselen kurlara bağlanarak geçiştirilmesi, kurlar düşükken ulusal gelirin artışını neden abartıyordunuz, sorusunu beraberinde getirir. Ayrıca, uygulanan ekonomi politikalarının kalıcı olan yıkıcı etkileri de var. Örneğin, ulusal gelirin %54'ü (2002'de bu değer %39) nüfusun %1'i tarafından alınıyor. Türk Telekom, GSM operatörleri, Petkim, Tekel, TAV gibi kritik şirketlerle dışsatımın motoru olmak palavrası ile onurlandırılan otomotiv sektörünün neredeyse tümü, bankacılık sektörünün büyük çoğunluğu ve büyük sağlık zincirlerinin yabancı olduğu düşünüldüğünde, %1'lik ultra zengin kesimin ağırlıklı olarak yabancı olduğu—Rıza Sarraf bu kesimin küçüklerindendir desem doğru olur—ortaya çıkacaktır. Bir diğer deyişle, ülkenin önemli sektörleri iltizamlar haline getirilerek yabancılara peşkeş çekilmiş ve kendi yurdumuzda hizmetkâr haline düşürülmüş durumdayız. Bu hazin tablonun en güzel özeti ise, insani kalkınma endeksinde 169 ülke arasında 89. sıradaki yerimiz.

Muhalefet partilerince öngörülen asgari ücret artışı, emeklilere yapılacak iyileştirmeler ve çiftçiye ucuz mazotun bu verilerin ışığı altında düşünülmesi gerekir. Son 13 yılda %1'lik sömürgen kitleye kaptırdığımız %15'i geri alacak olursak, 700 milyar $'lık ulusal gelirin %15'ini, yani 105 milyar $'ı kaynak olarak kullanılmak üzere kazanmış oluruz. MÜSİAD'ın bu önerilere karşı çıkan gazete reklamı ve bu sayfa5 ile örneklenen gayretler ise, sadece AKP'ye destek değil, uluslararası işbirlikçiliğin en bayağı halidir ve itibar göstergesi diye sunulan saray ve makam arabalarıyla birlikte vicdansızlığın tarifi olarak tarihe not düşülmelidir. Yaşam odaları kurmayarak yaptığı "tasarruf" ile rekabet gücünü artıran ve 301 maden işçisinin ölümüne neden olan işte bu iğrenç zihniyettir.

Hukuk ve İnsan Hakları


'Bu aralar hangi site, hizmet moda oldu?' diyerek İnternet'i hallaç pamuğu gibi atan biri değilim. Ama yine de blip.tv, Blogger, Facebook, Sites, Twitter, Vimeo ve Youtube gibi en çok ziyaret edilenler listesinin tepesindeki sitelerin Türkiye'de zaman zaman yasaklandığının ve bu yasaklamaların ilgili sitelerin Vikipedi'deki bilgilendirme sayfalarına not düşüldüğünün farkındayım. Bu sitelerden bazılarının yıllardır kapalı bulunduğunu da biliyorum. Teröriste terörist, hırsıza hırsız demenin de huzuru hakim kılmak adına yasaklandığı bir ülkede yaşadığımın idrakinde olduğumdan, bütün bunların beni korumak adına yapıldığını düşünüyorum. Hatta, göğüslerini siper ederek matbaa virüsünü yüzyıllarca ülkemizin Müslüman ahalisinden uzak tutan 2. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi dedelerinin izinden yürüyen Cumhurbaşkanı'mızın İnternet'i kökünden halledebileceğinden de hiç ama hiç kuşkum yok! Yazılmamış kitabın yasaklandığı bir ülkede yaşamam bu konudaki beklentilerimi çok daha gerçekçi oluşturmamı sağlıyor.

Gelin görün ki, devletin tepesindeki bir kişinin, kendi yurttaşına 'Afedersiniz, adam Ermeni' ve 'İsrail dölü' demesini, söz konusu kişiyi matbaa öncesi devrin çerçevesine yerleştirdiğimde bile, haklı bulamıyorum. Kadın-erkek eşitliğinin 'hanım kardeşlerim', 'türbanlı bacılarım' ve 'bağyanlar' hitapları ile birlikte fıtrata aykırı görüldüğü bu boğucu iklimde, imam nikahı öncesi resmi nikah gerekliliğinin Anayasa Mahkemesi'nce kaldırılmasını veya yüksek yargıdaki kadın yargıç oranının %35'ten %2,5'e düşmesini yadırgamanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Nasıl ki, Dünya'nın düz olduğunu iddia etmek bilimsel bir özgürlük değildir, kadın-erkek eşitliğine karşı çıkmak da kentsoylu bir insan için bir opsiyon olamaz. Bunun savunulabileceğini düşünenler, Sivas Katliamı suçluları için duygudaşlık çağrısı yapan AKP İzmir milletvekili Ali AŞLIK'tan farklı değildirler.

Ho Chi Minh'deki (Saygon) ABD Elçiliği'nden kalkmakta olan helikoptere binmek için çırpınanların fotoğrafı, işbirlikçiliğin varabileceği hazin noktanın çok güzel bir örneğidir. Resmedilen helikoptere biniş kuyruğu, General Harrington'ın dağıttığı İngiliz pasaportlarını almak için kuyruğa girenlerden bizlere tanıdık gelecektir. Bu bağlamda sorulması gereken soru şudur: 2015 yılı Türkiyesi'ndeki kuyruk nerededir ve bu kuyrukta kimler vardır? Epey uzunca olduğunu düşündüğüm bu kuyruğun mağrur üyelerini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz sanırım. Beynin hükmedip vurmak için elin kullanıldığı düşünüldüğünde eldivenlerin ve ileri demokratların bu kuyrukta bulunmaması şaşırtıcı gelmemelidir. Örneğin, Ankara Metrosu'nda 'Ahlaklı olun!' anonsunu yapan zavallı, kız öğrencilerin etek boylarını erkek öğrencilerden kurduğu taciz timiyle denetlemeye çalışan öğretmen müsvettesi veya TCDD trenlerinde ayrı erkek-kadın bölümleri oluşturan ilkel yaratık bu kuyruğa istese de giremez.

  • Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Casusluk, Şike, Devrimci Karargah ve KCK gibi ısmarlama davalarla ülkenin muhalif/aydın potansiyelinin bastırılması ve geleceğe dönük olarak istenen "aydın" tipi mesajının verilmesi için rol kapmaya çalışanlar.
  • Danıştay, Hrant Dink, Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi cinayetlerini örtenler ve anılan davalarda gerçeğin peşinden giderek görevini yerine getiren gazetecileri içeri atanlar.
  • Kozmik Oda'yı basanlar ve buna vesile olanlar.
  • YÖK'e, %10 barajına dokunmayan 12-Eylül-2010 referandumunda 'Yetmez ama evet' diyenler.
  • Habur Rezaleti'nin sorumluları.
  • 17/25 Aralık'ta ortaya çıkan soygun ve skandalların failleri.
  • Adrese teslim ihalelerden kazanılan paranın bir bölümüyle kurulan medyanın sahipleri ve oluşturulan bu ekosistem içine girip hak etmedikleri maaşlar için çırpınan zavallı köşe yazarları, program yapımcıları, oturum katılımcıları, vd.
  • Hükümetin kâr garantisi ile ihale alıp bunun kredisini kamu bankalarından temin eden işadamları.
  • Emrinde çalıştığı politikacının siyasi kariyerinin selameti için ordan burdan ülke sınırları içine füze sallatmayı düşünenler.
  • MİT Tırları olayını örtmeye çalışanlar.
  • Gezi İsyanı sırasında ve sonrasında insanlara uygulanan faşist baskının emrini verenler.
  • Devlet bankalarından sağlanan kredilerle yurtiçi ve yurtdışında villa alan gazeteciler, şarkıcılar.
  • ...

Özetle kardeşim, milletin a'sına koyanların topu bu menfur kuyrukta!

İçişleri


AKP tepe yönetiminin vücut diline uygun davranan bürokratlar nedeniyle ülkemizin içişleri diye bir şeyden bahsetmek aslında pek mümkün değil. Yaşadığımız ülke; 'Hırsız var!' diye bağıran vatandaşı 'Cumhurbaşkanı'na hırsız mı diyorsun?' diyerek içeri alan polislerin, hükümete muhalefeti katalog suç olarak addeden savcı ve yargıçların, AKP taraftarlığını kişisel Facebook sayfaları ve Twitter mesajlarına düzeysiz bir futbol fanatiğine rahmet okutacak şekilde yansıtan vali, kaymakam ve rektörlerin olduğu bir ülke. Bir mesajın "inceden işlenerek" verilmesi gerektiğinde ise, dizi/film yapımcıları ve senaristlerin üzerlerine düşeni yapması atılan taşın yere düşmesi kadar kesin bir şey.6 Dolayısıyla, zamanın başbakanının Reyhanlı'da ölen 53 kişinin yurttaş değil de Sünni olduğunu patlamanın hemen ardından ilan etmesi, cemevlerine ibadet yeri statüsü tanınması tartışmasında beklenen tektip tepkinin neredeyse anında oluşturulmasını sağlıyor. Aynı ipucu kullanılarak 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi de Aleviler'in olgunlukla karşılaması gereken demokratik bir hak olup çıkıveriyor. İş böyle olunca, Sünni olmayan veya kendini Sünni olarak tanımlamakla yetinmeyen grupların hakları bir açılımın konusu yapılmanın ötesine geçemiyor.

Öngörülebilirliğindeki kesinliğin karınca kolonilerininkini geride bıraktığı bu toplumsal davranış, tepe yönetimin gerçeğin hilafına senaryolar uydurmak zorunda kaldığı durumlarda bile hiç çelişki olmaksızın sergilenebiliyor. Örneğin, 'Geziciler türbanlı bacıma zulüm etti' denildiyse biri çıkıp Kabataş Yalanı'nı uydurabiliyor. Belden yukarısı çıplak, 70-80 deri giysili erkek, güpegündüz Kabataş'ın göbeğinde tenasül organlarını türbanlı bacımıza sürtüp, bacımızın üstüne işedikten sonra sıvışıveriyorlar. Görevli medyanın askerlerince görüntülerinin varlığından bahsedilerek desteklenen yalan girişimi, aksinin MOBESE kayıtlarındaki görüntülerden kanıtlanması üzerine bu sefer ilk sayfalarda sergilenen özensiz Photoshop çalışmalarıyla sürdürülüyor. Anlayacağınız, bizim müridimiz bize yeter mantığı! Aynı görüntüler, 17/25 Aralık skandallarının patlaması sonrasında da sahnelendi. Başkaları tarafından banka müdürü ve bakan çocuklarının odalarına konulduğu savlanan paralar faizi ile birlikte geri alındı; zamanın başbakanı, yurtdışından medyaya çeki düzen veren telefon konuşmasını kabul ederek savundu; milletin a'sına koyan müteahhit, Hürriyet gazetesine verdiği ropörtajda bu ifadenin rakibi olan diğer müteahhitlere dönük olduğunu söyleyerek söz konusu telefon konuşmasını kabul etti; aile üyelerine neden kriptolu telefon verildiğine değinmeksizin, bu telefonlarla yapılan konuşmaların bile dinlenildiğinden yakınılarak bu konuşmaların varlığı kabul edildi. Ama gelin görün ki, bizim koloni 17/25 Aralık'ı devlet gücü kullanılarak yapılan gayrimeşru işlerin ifşası olarak değil de, bu organize işleri ortaya serenlerin bir darbesi olarak gördü! Eh, bu durumda da savcı, yargıç ve emniyet görevlilerinin uygun mesai arkadaşlarıyla değiştirilip adaletin normal(!) akışına bırakılması ve TBMM'deki ikna edici(!) performans herkesi tatmin etti.

Yasaklar, yoksulluk ve yolsuzlukla (3Y) mücadeledeki, bu da mı faul değil, dedirten faullu hareketler, 4+4+4 sisteminin getirilmesi sonrasında ilkokul kızlarının giydiği türban ile örtüldü. Makam arabası alımı ve saray inşaatlarının daha güçlü bir şekilde sürdürülebilmesi adına hız verilen T.C. logolarını kaldırmak yönündeki çalışmalar, ulusal bayramların kutlanmasına getirilen sınırlamalar ve yeni farkına varılan Kutlu Doğum Haftası kutlamalarıyla desteklendi. Andımızın kaldırılıp 6-7 yaşındaki çocukların hiç bilmedikleri bir dildeki bir kitabı ezberleyip okumaları geleneği sürdürülerek 3Y ile mücadelenin devam edeceği mesajı kuvvetli bir biçimde verildi. Gavur icadı Pisa sınavlarındaki başarısızlıklarla pekiştirilen eğitim ve öğretimdeki dönüşümün daha yaygın bir kitleye ulaşabilmesi için aileler 3-5 çocuk yapmaları konusunda özendirilip kürtaja karşı uyarıldı. İster istemez iş bu raddeye gelince, Mehmet Sabri Efendi'nin kafir suçlamasının gereği, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarına hakaretin tenvirin ilk adımı kılınmasıyla yerine getirildi.

Her şey bir yana, 13 yıllık AKP hükümetinin içişlerindeki başarısının en somut göstergesi, sahte çek ve senet gibi birçok suçun hapislik suç olma kapsamından çıkarılmasına rağmen tutuklu ve hükümlü sayısının 160 bini bulması. Bir diğer erişilmesi güç başarı da bu kitle içindeki aydın, gazeteci ve muhalif oranının Rusya, Çin ve İran gibi ülkelere bile fark atması. Fabrikası olmayan yerleşim merkezlerine yatırım niyetine cezaevi sözünün verilmesi işi tüm boyutlarıyla anlatıyor. Sivas Katliamı ve Deniz Feneri gibi davalardaki zaman aşımı kararları da cabası!

Dışişleri


ABD Başkanı Obama'nın ülkemize beysbol sporunu ihraç etme şövenizminin fotoğrafı ile özetlenebilecek dışişleri karnesi, her biri diğeriyle sorunlu dört bölge ülkesinde (Mısır, İsrail, Suriye ve Irak) büyükelçimizin bulunmaması gibi bir diğer başarı notu ile öne çıkıyor. Bazı münafıklarca değerli yalnızlık ve gururlu onursuzluk olarak adlandırılan bu politika, Çuval Geçirme Savunması, Mavi Marmara Seferi ve One Minute Meydan Okuması ile destan yazarken, Kürecik Füze Kalkanı ve Libya İşgali'ndeki birbiriyle çelişkili olduğu zannedilen demeçler bahane edilerek tökezletilmeye çalışılmıştır.

Ermenistan ile imzalanan protokollerin başarısı ortadayken, MİT'in lojistik sektörüne silah sevkiyatı ile girmesini anlayamayan eski kafalılar, Kürt Sorunu'nun İçişleri'nin yükünü azaltmak amacıyla Dışişleri Bakanlığı uhdesine alınıp uluslararası düzeye taşınmasını da yadırgamaktadır. Herkes şunu iyice anlamalıdır: Türkiye artık eski Türkiye değildir, diğer ülkelerdeki ayrılıkçı gruplara silah sağlayabilecek kadar güçlüdür. Bu uzun erimli politikaların sonucu ortaya çıkan iki milyonu aşkın mültecinin milyarlarca $'lık maliyeti ise vatandaşlarımızın asgari ücretliye artış, çiftçiye ucuz mazot ve emekliye iki ikramiye gibi hayalci projelerin olanaksızlığını anlamasına katkıda bulunmak amacıyla yapılan bir yardım olarak görülmelidir.

Yunanistan vatandaşlarına Ege'de toprak alma hakkının verilmiyor olması, ülkemizin kendini Ortadoğu'nun bölgesel gücü olarak konumlandırmasının güçlü bir ifadesidir. Trakya'daki binlerce köylünün Yunan bankası olan Finansbank haczinde olması ve GAP Bölgesi'ndeki İsrail şirketlerinin varlığı ise, bakanlığımızın Avrupa Birliği'ne gönderdiği çok sert bir mesajdır. Hiç kimsenin sabrımızı sınamamasını tavsiye ederiz!

Sonuç olarak; One Minute Meydan Okuması'nı hak ettiği şekliyle tarihe nakşeden One Minute Platformu'ndaki kesli muhafazakar ve dahi liberal demokrat gençlerimizin katkılarıyla, Dışişleri Bakanlığı'mızın osuruktan parfüm üretme çalışmalarında çok büyük ilerlemeler kaydetmiş olduğu kesindir. Bu çalışmaların doğal gaz ve petrole kaydırılması başarılı bir dışişleri ekibinin ekonomiye bile katkılar yapabileceğini cümle aleme gösterecektir. İstanbul Olimpiyatları'nın beşinci, İzmir Expo'nun ise ikinci kez kabul görmemesi ise laf-ı güzâftır. Dünya kaybetmiştir!

Sonuç


Önceki bölümlerde paylaştıklarım sonrasında, AKP hükümetinin gidici olduğu zannına kapıldığımı düşünebilirsiniz. Ne de olsa; ülke ekonomisini batağa sürükleyen, insan haklarından anladığı tek şey türban olan, bölgesel liderlik amacıyla yola çıkıp değerli yalnızlıkla övünmek zorunda kalan, gücünü yurttaşlarını bölerek kendi yandaşlarını konsolide etmekten alan bir hükümetin hak ettiği budur. Ancak, RTE'nin Bursa'da düzenlenen bir mitingde Facebook ve Twitter'ı kapatacağı tehditini imrenilecek bir güç gösterisi olarak gören ve çılgınca alkışlayan halkımız, her baskıcı hamleyi "eşitleyici" bir etki olarak telakki etmektedir. İnternet'i kullanmayan 35 milyonu aşkın kitlenin Twitter, Facebook gibi hizmetlerin engellenmesinden kaybedecek pek bir şeyi yoktur. Okul çağı nüfusunun yaklaşık %38'inin 8 yıl sonrasında eğitime devam etmediği bu ülkede okulların imamhatipleşmesi, lise ve yüksek eğitimdeki öğrencilerin gerçek anlamda meslek edinme şansını azaltması nedeniyle, sistem dışına çıkmış olan diğer talihsiz çocuklar ve aileleri gözünde "eşitleyici" bir hamledir. Ödenen vergilerin saray inşaatı ve makam arabası saltanatına gitmesi, vergi mükellefi sayısının memur ve işcilerle birlikte nüfusun %10'unu ancak bulduğu bir ülkede beklendiği tepkiyi yaratmaz. Yolu vergi dairesine düşmeyen çoğunluğun epeyce büyük bir bölümü, 'Çalıyorsa benden çalıyor' derken büyük bir yalan atıyor olsa bile—vergi vermediği için ondan bir şey çalınması olası değil—yapılanı haksızlık olarak görmediğini ima ederken düşündüğünü söylemektedir.7

Özetlemek gerekirse, cingöz kasabalının gadrine uğrayan yurdumuz peygamberini bulmuştur. Gelişmekte olan toplumların tümünde görülen çoğunlukçuluk virüsü ile tamamlanan bu olgu, fay hattını kaldıracak güce bile sahiptir. Ne var ki, asıl tetikte olmamız gereken konu bu değildir. Toplumsal evrimin yavaş yavaş da olsa yıprattığı ve sürmekte olup şiddetlenecek ekonomik krizle yıkılacak olan bu kasabalılık boyunduruğu kendini yeniden üretme gayreti içine girmiştir. Ekonomi kanalları, yetmez ama evetçi çevreler ve Cematçiler, AKP'nin alternatifini AKP içinden çıkarmaya çalışmaktadırlar. 13 yıl boyunca AKP hükümetlerinde bakanlık ve hükümet sözcülüğü yapanlar ile Cumhurbaşkanlığı makamını hükümet noterliğine çevirenler, ülkeyi bu hale getirenlerin işbirlikçisidirler, alternatifi değil.8 Bundan dolayı, önümüzdeki seçimi 2015 Genel Seçimleri olarak adlandırmak doğru olmayacaktır: 7-Haziran-2015 tarihindeki seçimler 1-2 yıl içinde gelecek olan erken seçimlerin ilk turu olarak görülmelidir. Her iki turda da laik, akılcı, paylaşımcı ve yurtsever seçenekler öne çıkarılmalıdır.

NOT: Yazıyı bitirdiğimde yaptığım bir özensizliğin farkına vardım. 'Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Tayyip Erdoğan ...' diyerek başlık atan TRT gibi, Başbakan'ımızın adını yazımda geçirmeyi unutmuşum. Dolayısıyla, ... Ahmet DAVUTOĞLU.


  1. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin faaliyetlerinden biri, her gün İstanbul'un yoksul semtlerinde et dağıtmak. Etten makarnaya düşmüşüz yani!
  2. Düzen nasıl değişebilir ki! Değişen düzen ya mükemmel değildir, daha iyi olmak için değişmiştir ya da mükemmeldir ve değişerek mükemmel olmaktan çıkmıştır. Her iki durum da, tanrı ve onun yeryüzündeki gölgesi halife figürüne uygun değildir.
  3. Ne güzel değil mi, kalem oynatarak bir gecede %30'u aşan bir artış yaratmak ve bununla övünmek. Sakın üzülmeyin, Ali BABACAN'ın demeçlerinden çıkardığım kadarıyla 2015 sonu, 2016 başı gibi yeni bir gelir hesaplama değişikliği daha yapılacak. %80'e yakın bir sıçrama için hazır olun!
  4. Singapur'a yapılan dışsatımın %500 arttığını müjdeleyerek yüreğimize su serpen TİM Başkanı'nın otomotiv sektöründeki grevi ön plana çıkararak kılıf uydurması tabloyu pek değiştirmiyor. %19 olan düşüş %15 oluyor.
  5. 2015 Genel Seçimleri için özel olarak hazırlanan ve asgari ücretteki muhtemel bir artışın Türkiye'nin rekabet gücünü olumsuz etkileyeceğini iddia eden bu sayfa (http://www.asgariucretbinbesyuztlolurmu.com), anlaşılan ülkemizi Pakistan ve Bangladeş ile eşdeğer görüyor. Rekabet silahı olarak düşünülebilen tek faktör ucuz emek; teknoloji kullanımı, düzgün süreç yönetimi,vb yöntemler hak getire!
  6. İşleniş biçiminin pek de ince olmamasına kanıt olarak, Kod Adı K.O.Z. filminin IMDb sitesindeki değerlendirmelerine ve değerlendirme ortalamasına bakmanız yeterli. Değerlendirmeye tabi tutulan binlerce film içinden en kötüsü!
  7. Acaba diyorum, bu vatandaşlarımız toplanan verginin büyük bölümünün dolaylı vergi olduğunu öğrenseler görüşlerini değiştirirler mi?
  8. Benzer bir oyun, 1983 yılında da oynanmıştı. 1977 yılındaki seçimlerde İzmir'den MSP senatör adayı gösterilip seçilemeyen Turgut ÖZAL, üç yıl darbe hükümetinde bakanlık yapmanın ardından, askerler tarafından onaylanan üç partiden olan ANAP'la tek başına iktidara gelmiş ve 1980 Darbesi'nin sivil kılıfla aynen sürdürülmesini sağlamıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.