20 Aralık 2011

Tarihçisi Necip Fazıl Olanın ...

İnsanın ciddiye alındığını düşünmesi bile çok güzel bir duygu. Tam tarih kitaplarının kimler tarafından yazılıp okunacağını sormuştum ki🔎, ülkemizin en yetkin ağzından sorumun yanıtı geldi: Başbakan'ımız tarih kitaplarının okunmayacağını—sanırım, herhangi bir soruşturma ve kovuşturmaya konu olarak ülkemizin "demokratik" [ıyyk, yine tırnaklar!] görüntüsünü bozmamaları için—"aydınlanma" gereksiniminin "nesnel" edebiyatçıların(!) yazdığı "bilimsel tarih kitaplarının" yazılmalarının üzerinden 50-60 yıl geçtikten sonra bizzat politikacılar tarafından halkımıza terennüm edilerek karşılanacağını, millet iradesinin "tecelli ettiği" TBMM'de uygulamalı bir biçimde gösterdi.1 Tabii, haliyle, ABD ve Fransa gibi ülkelerde tarihin tarihçilere bırakılması gerektiğini söyleyerek Başbakan'ımıza gizliden gizliye meydan okumaya çalışan Dışişleri Bakanlığı'ndaki üç beş monşeri üzüntüye sevkeden bu icraat, yurdumuzun gönül gözü açık altın günü ve kahvehane ahalisince coşku ile karşılandı.

Evet, hayal değil gerçek, Başbakan'ımız Türkiye Cumhuriyeti tarihini hayal mahsülü senaryo ve süslemelerle dolu metinler üretmesiyle ünlü bir şaire, Necip Fazıl'a, atıfta bulunarak aydınlatmaya çalıştı. Bu bana ister istemez, İngiliz Savaş Propaganda Bürosu'nca uydurulan ve içeriğinin doğru olmadığı daha sonra İngiltere tarafından da kabul edilen Mavi Kitap'ı anımsattı.2 Ya da, I. Dünya Savaşı süresince yaptığı casusluk faaliyetleriyle [biraz da başrolü başkalarından çalarak] ünlenen Thomas Edward LAWRENCE'ın yazdığı Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı kitabını. Çünkü, uydurulan yalanların sayısı ve yeğinliğiyle Necip Fazıl'ın, kimi zaman İsmet İNÖNÜ yoluyla kimi zamansa doğrudan, laik Cumhuriyet'e olan hıncını ortaya koyduğu bu metinler, anılan propaganda kitaplarında sağlananlardan çok daha gerçek ötesi olma özelliği taşıyan bilgiler içeriyor.

Yaşamının İş Bankası müfettişi olarak geçirdiği ilk kısmını içki içip kumar oynayarak ve umarsızca kadın peşinde koşarak bohem bir şekilde harcayan3 bu şairimiz, II. Dünya Savaşı sonrası çok partili siyasi hayata geçilmesiyle aslını bulmuş, basına sansürün kaba örneklerinin bolca sergilendiği bir dönemde Adnan MENDERES'in mali desteğini de alan Büyük Doğu dergisinde hilafet ve saltanatı savunmaya başlamış. Anılan dergideki desteksiz atışlarıyla günümüzün Cumhuriyet düşmanlarına esin kaynağı olan Necip Fazıl ve avanesinin attığı kuyruklu yalanlarla ilgili bilgilenmek isterseniz, Turgut ÖZAKMAN'ın Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar adlı kitabını oku(t)manızı tavsiye ederim. Düşülebilecek çamur deryasının mutlak sıfır noktasını göstermesi ve tarih araştırmacılığının ülkemizde geldiği acınası hali ortaya koyması için, Turgut ÖZAKMAN'ın yüzlerce kaynakla desteklenmiş kitabında deşifre ettiği birkaç "bilimsel tarihçilik" örneğini aşağıya aldım. Böylece, günümüzde resmi tarihi yıkalım çığlıklarıyla laik Cumhuriyet'in altını oy(dur)mak isteyenlerin şeceresini daha iyi tanımış oluruz.

İlk örneğimiz yayınlamakta olduğu Vahidettin ile ilgili bir yazı dizisini okuyan bir kişinin Necip Fazıl'ı ziyaret ederek ifşa ettiği müthiş(!) bilgilerle ilgili. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün garsonu olduğu söylenen kişinin sözlerini aynen aktarıyorum.
1928-29 seneleriydi. Kazım KARABEKİR Paşa bazı neşriyat yapıyor ve bunlarda İstiklal Mücadelesi'nin sadece kendisi ve M. Kemal Paşa tarafından kazanılmış olduğunu iddia ederek, başka hiç kimseye hisse vermiyordu. Atatürk bu iddialara fevkalade öfkeleniyordu. Bir gün huzurunda Umumi Katip Tevfik (BIYIKLIOĞLU) Bey bulunurken, kahve götürmek vesilesiyle oturdukları salona girdiğim zaman şu sahneye şahit oldum.... (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.3.2. blm, 239. sf)
Tanık olunmasının 40 yıl sonrasında Necip Fazıl'ın oğlu tarafından yazılıp olayın kahramanınca imzalanan konuşmanın devamı Ergenekon'daki gizli tanıkların ifadeleri tadında, ama bu kadarı da yeterli. Çünkü, Kazım KARABEKİR'in yaptığı söylenen yayının tarihi 1928-29 değil, 1933. Ayrıca, o sıralardaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri de Tevfik BIYIKLIOĞLU değil , H. Rıza SOYAK. Yani, garsonun yaşlılığına da verilebilecek "yaratıcı" denemeler Üstad tarafından yutulmuş ya da ...

İkinci "bilimsel tarihçilik" örneği de Necip Fazıl'ın eseri. Üstad'ın Mustafa Kemal'i Anadolu'daki göreve Vahidettin'in seçtiğini kanıtlamak için hayal perdesine Refet BELE'yi yerleştirdiği anlatımını, Turgut ÖZAKMAN'ın kitabının aynı bölümünden, 244-245. sayfadan aktarıyorum:
Sultan Vahidüddin, 1. Dünya Savaşı'ndan sonraki felaketi, millette hiçbir ferdin hissedemeyeceği mikyasta derinden duymuş, vatanın kurtarılması yolunda genç kumandanları Anadolu'ya dağıtmış ve bu işin başına geçmesi için de maddi ve manevi her fedakârlığı göstererek Mustafa Kemal'i seçmiş ve Anadolu'ya göndermiş olan insandır.
Gündüz kuşağı kadın programlarındaki dedikodunun letafetini aratmayan bu metnin çözümlemesini Turgut ÖZAKMAN'dan dinleyelim.
  1. İfadenin yer aldığı kitap, Refet BELE'nin ölümünden beş yıl sonra yayınlanmıştır.
  2. Üstad, 1950'lerde dinlediğini yazdığı açıklamaya, Refet Paşa yaşadığı sürece Büyük Doğu dergisinde yer vermemiştir.
  3. "İlk ihtiyaç anında açıklayacağını" söyleyerek, konuşmanın tanıklarının adlarını vermekten kaçınmıştır.
  4. Refet BELE, son olarak Sabahattin SELEK'le 1.8.1962 günü görüşmüş, ilginç açıklamalar yapmış ama N.F. KISAKÜREK'in değindiği konuda, tek kelime bile söylememiştir.
Üçüncü ve son örneğimize geçmeden önce, Üstad'ın konuşmanın tanıklarını hiçbir zaman açıklamadığını, bu ve bunun gibi eksikliklerinin her zaman olduğu gibi talebelere kaldığını ekleyerek içinizi rahatlatayım. Gelelim üçüncü harikamıza. İki parçadan oluşan bu örneğimizi bize armağan edenler Necip Fazıl ve Nihal ATSIZ. Önce Üstad'ın, Vahidettin'in Mustafa Kemal'i Samsun'a gitmesi için nasıl ikna etmeye çırpındığını anlattığı metnin girişini okuyalım.
Bize denilebilir ki, "bu tiyatro konuşmaları gibi hayalden uydurma hissini veren lafları nereden çıkarıyorsun? İlmi ve tarihi hakikatleri belirtmek için mutlaka vesikaya (belgeye) istinat ettirilmeleri (dayandırılmaları) gereken bu dialogları, kimlerin şehadetleri (tanıklıkları) ile ispat edebilirsin?" Cevabımız şudur: Evvela beni dinleyin! Sonra da ispatını isteyin! (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.6. blm, 258. sf)
Neymiş, efendim? Vahidettin ve Mustafa Kemal dışında tanığı olmayan bir konuşmanın içeriği üstadlıktan her şeyi bilen her şeyi gören Tanrı rolüne terfi eden Necip Fazıl'ın hayal perdesinden bize aktarılacakmış. Beğenirseniz kardeşim! Neyse, aynı sahnenin devamını Nihal ATSIZ'ın yazısından okuyalım.
[Vahidettin] M. Kemal Paşa'ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir. (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.10. blm, 275. sf)
Yarış atları olduğu hiçbir tarihi belgeye ve zamanın gazetesine yansımamış olan Vahidettin'in bu fedakârlığı, ilk okuduğumdan beri beni gülmekten yerlerde kıvrandırmıştır. Çünkü, iddia olunan tevdiatın Bandırma vapuruna binmeden bir gün önceki görüşmede yapıldığı ima ediliyor. Yani, Mustafa Kemal her biri yedi gramdan 40.000 altını (280 kiloyu) İngiliz denetimindeki Boğaz'da bekleyen tekneye kadar götürmüş. Herhalde diyorum, Mustafa Kemal 280 kiloluk yükü koltuğunun altına sıkıştırıp odadan çıktı ve ıslık çala çala İngilizler'in gözü önünde emaneti Bandırma vapuruna taşıdı. Büyüklüğünü bunlara bile kabul ettirdin ya Ata'm!

Yalan o kadar büyük ki, aynı tayfadan diğer "tarihçiler" ya miktarı ya da veriliş biçimini değiştirmek zorunda kalıyor. Ama inanın hiçbirinin uydurduğu okuyucunun kuş kadar bile beyni olabileceğini varsaymıyor. Bu arada, işin zamanla değişip hiç olmazsa biraz daha izan sınırlarına çekilebileceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Alın size, 1200 İstiklal Mahkemesi idamını 120.000'e çıkartan Abdurrahman DİLİPAK'tan bir desteksiz atış:
M. Kemal, Anadolu'da halk ayaklanmasını örgütlemek için büyük miktarda para ile Samsun'a gönderiliyordu... 300.000 altın para verilerek, Anadolu'daki kurtuluş hareketini örgütlemek için gönderilmişti. M. Kemal'in daha sonraki mektupları bunu doğrulamaktadır. Bu mektuplar Başbakanlık Arşivi'nce yayınlanmıştır. (Turgut ÖZAKMAN, a.g.e., 6.10. blm, 281. sf)
Bilmem baştan sona yalan olduğunu söylememe gerek var mı?



Tabii, biz günümüzün sıkıntılarını çözerek geçirebileceğimiz çok değerli zamanımızı geçmiş ile ilgili yalanları konuşarak harcarken, el oğlu durmuyor, dedirten bir sürü şeyler oluyor dünyada. Mesela, yaklaşık altmış yıl önce kurtarmaya gittiğimiz Güney Koreli kardeşlerimiz, dünyanın en hızlı İnternet'e sahip ülkesi haline gelmişler. Daha çarpıcı bir şekilde söyleyecek olursak, 1950 yılında Türkiye'nin yarısı kadar bir kişi başına gelire sahip olan Güney Koreliler, şu an 30.000 $'lık bir istatistikle ülkemizin yaklaşık 3,3 katı gelire sahip olur hale gelmişler. Söz konusu dönem boyunca ülkemizin genelde MENDERES, ÖZAL ve ERDOĞAN ile temsil edilen özde aynı parti tarafından yönetildiği ve en büyük büyüme oranlarının seçim afişlerinde dışlanan siyasetçilerin yönetimde olduğu 1962-1975 yılları arasında tutturulduğu düşünüldüğünde, Cumhuriyet'imizin aslında sandığımızdan çok daha güçlü temellere sahip olduğu takdir edilecektir.4 Edilecektir ama ...

Evet doğrudur, onlarca ulusal televizyon kanalının bulunduğu ülkemizde neredeyse herkesin cep telefonu var ve zamanını verimli bir biçimde dolduramayacak kadar içi boşalmış milyonlarca yurttaşımız gözlerini televizyondan alabildiklerinde Facebook ve Twitter'da eğleşiyorlar. Ancak; çoğunluğu genç, "dinamik" ve niteliksiz olan nüfusumuz, yedi yılda sadece bir kitap okuyor. Tabiatıyla, aslında otomobil kullanmaktan farkı olmayıp fezaya çıkışımız olarak yutturulmaya çalışılan İnternet kullanımı, ülkemizi petrol ve doğal gazı olmayan bir Orta Doğu ülkesi haline getirmekten başka bir anlam taşımıyor. Bir diğer deyişle, aldığı yarış otomobiliyle kendini otomotiv sektörünün banisi zanneden Arap şeyhlerinden farkımız olmuyor. Bu yutturmacanın kabullenilmesi ise, Necip Fazıl'ı tarihçi zannedip ona [masonlardan aşırma bir biçimde] Üstad olarak hitap edilmesi sonucunu doğuruyor.

Anlatımımdan Türkiye'nin İnternet'te çok ileri olduğu ve benim bunu eleştirdiğim çıkarılmasın. Maalesef, ülkemiz Güney Kore'nin birinci olduğu istatistikte acınası bir halde. Her ne kadar Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali YILDIRIM, Türkiye'nin iletişim altyapısını son on yılda Afrika düzeyinden Avrupa'nın önde gelen ülkeleri düzeyine getirdiklerini söylese de kazın ayağı hiç de öyle değil. Özetin özeti bir grafikle durumu açayım. [Acı gerçeği, http://www.akamai.com/stateoftheinternet/ adresindeki sayfadan kendiniz için görebilirsiniz.]


Yukarıdaki grafikten de görülebileceği gibi, ortalama İnternet hızında Türkiye Avrupa'nın en geri addedilebilecek ülkelerinden bile geride. Bırakın düne kadar komünizmin pençesinde olup daha sonra AB'ye girenleri, ülkemiz Hırvatistan, Makedonya, Moldovya ve Rusya'nın da arkasında! Aslına bakarsanız, gezegenimizin ciddiye alınabilecek bölge/ülkelerinin neredeyse tümünün gerisindeyiz. Bir diğer deyişle, Nataşalar'ı parayla yatağa atıp bunu gelişmişlik ve güç göstergesi olarak addeden Ahmetler ve Mehmetler meğer Nataşalar'ın kucağına oturmuş da haberimiz olmamış.

Elbette, bardağa dolu tarafından da bakabiliriz. Mesela, Türkiye aynı istatistikte Orta Doğu "demokrağsilerinden" daha iyi durumda. Aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi bir aralar Tunus'tan ve Suriye'den yavaş olma başarısını gösteren ülkemiz, açılışlarda kesilen kurbanlar sayesinde olsa gerek, onları da geçmiş. Tabii, bu İnternet filtresi öncesindeki performans; söz konusu iki ülkede yaratılan bahar havası kışa çevirmezse—kişisel inancım, bu bahtsız ülkelerin buz devrine girdiği yönünde—Suriye ve Tunus ülkemizi geçiyor aslında!


Özelleştirmenin verimlilik ve teknolojik sıçrama ilacı olarak önerildiği dönemin başlangıcında olsaydık ortadaki yaldızlı başarısızlık tablosu, Türk Telekom'un devlet tekeli olarak işletilmesine değinilerek kamu sektörünün hantallığına ihale edilirdi. O zaman, şimdiki fiyaskonun sebebi nedir? Yanıtı, Türk Telekom'un "özelleştirilmesi" ve sonrasına bakarak verebiliriz sanırım. Hatırlayacağınız gibi, Koç ve Sabancı Holding'in ortaklaşa girmeyi düşündükleri ihaleye açıklamadıkları bir sebepten ötürü katılmamaları5 sonrasında, [2005 Kasımı'nda] Türk Telekom'un %55'i 6,5 milyar $'a—o dönemki düşük ABD Doları kurunu unutmayın—Lübnan'ı Batılı güçlerin gözetiminde yöneten Hariri ailesine satıldı. 300 milyon $'lık sermayesiyle 3 milyar $'lık sermayeye sahip bir devi yutarak bir mucizeye imza atan Suudi destekli Oger Telecom, şirketin devri sırasında kasada bulunan 2 milyar 283 milyon liranın ve Türk Telekom'un mülklerinin de sahibi oldu. Buna, özelleştirme öncesinde (16.Temmuz.2004) Türk Telekom'a sınırlı olacak şekilde Hazine Payı ödemesinin kaldırılması6 eklendiğinde, Oger Telecom'un %20'si peşin geri kalanı beş yıl vadeli ödemeyi yapması hiç de zor olmadı. Hazine Payı kıyağının 2010 sonuna kadarki katkısı olarak o dönemdeki 48,5 milyarlık cironun %15'i olan 7 milyar 275 milyon TL hesaba katıldığında, Oger Telecom'un satın aldığı şirket için gerçek bir ödeme yapmadığı görülecektir. İş böyle olunca, British Telecom'un teknik danışmanı olduğu Oger Telecom'un ülkemizin iletişim altyapısını içine soktuğu durum daha da anlaşılmaz hale geliyor. Hem bedavaya aldığın şirketten her yıl milyarlarca lira kâr edeceksin, hem de .... İnsanın dili varmıyor ama, birileri bizi bir öpmüş bir öpmüş bir daha öpmüş!7

Evet, kendisine verilen mahkumiyet kararını yargıçların Alevi olmasına bağlayan Başbakan'ımızın Dersimiz Dersim başlığı altında Necip Fazıl'ı tarih otoritesi ilan etmesinin başlıca sebebi bence bu: Türkiye "büyürken" büzülüyor, ulusal varlıkları "özelleştirilirken" yabancı tekellere emanet ediliyor. Yurttaşlarımıza Fransız Meclisi'ndeki Soykırımı İnkar Yasası bağlamında gaz verilirken Ekonomi Bakanı Zafer ÇAĞLAYAN'ın Fransız ürünlerini boykotun düşünülmesine karşı çıkması da aynı nedenden: çünkü, Türkiye "üretirken" tüketmiş, tükenmiş ve bölgesel montaj (üretim değil!) üssü haline gelmiştir. Kimilerinize çok keskin gelebilecek bu yargımı şu senaryonun ışığı altında düşünün. Diyelim ki, Fransa işi sonuna kadar götürdü ve söz konusu yasa Senato'dan geçişinin ardından SARKOZY tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Yine diyelim ki, öngörüldüğü gibi Fransız ürünlerine boykot uygulamaya başladık. Peki, bu durumda Fransız devlet şirketi olan Renault üretimini Arap Baharı palavrasıyla ehlileştirilip tüketim toplumu olma yoluna sokulan merkezi bir Orta Doğu ülkesine—mesela, eski sömürgesi olan Suriye'ye veya hali hazırda Mercedes fabrikası bulunan Mısır'a—taşırsa ya da özelleştirme sırasında alınan kimi çimento fabrikalarını taşımaya karar verirse? Böylesine bir restleşme orta vadede Türkiye'deki otomotiv sektörünün ithalata dayalı bir montaj sanayi olduğu gerçeğini gözler önüne seren bir ihracat düşmesi ve komşu ülkelerden çimento ithalatının artmasından başka bir sonuç yaratmayacaktır.

Bütün bunlar, kararnamelerle yönetilen ülkemizdeki yargı dönüşümünden ve egitim, sağlık sektörlerinin içine düştüğü durumdan da görülebilir. Artık, bir vatandaş olarak dava açmak istediğinizde, tüm mahkeme harçlarının peşinen ödenmesi zorunlu; ayrıca, yargıçlar aldıkları kararlar sonucu doğacak tazminat gerektiren durumlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklar, her şeyi Devlet karşılayacak. Yani, mahkemeye giden yolunuz daralıp uzarken, yol üzerindeki engeller büyümekte; birileri size, git kredi al, mahkeme harçlarını yatır, dava aç, değişik aşamalardaki duruşmalarda geçecek yılların ardından sonra hak telebinin yanıtını al demekte. Aynı sistem, haksız bulunmanız durumunda temyiz sürecini Anayasa Mahkemesi ile uzatarak AİHM'ye giden yolu daha da uzatmakta ve hak aramayı neredeyse satın alınan bir ayrıcalık haline getirmekte.

Peki sağlık sektörü? Bu hizmetin de sokaktaki vatandaş için ayrıcalık haline dönüşmeye başladığını görüyoruz. 2011 Genel Seçimleri sonrası öngördüğüm gibi🔎, yabancılaştırma süreci Acıbadem Grubu'nun Malezyalı (Japon ve Çinli) bir ortak (büyük abi), Kent Hastanesi'nin ise bir İngiliz şirket tarafından satın alınması ile başladı bile. Gereksiz ilaç tüketimini azaltmak bahanesiyle ilaç kutusu başına konulan 3 TL'lik katkı payı ve önümüzdeki günlerde uygulanmaya başlanacak genel sağlık sigortası ise halkımızın gözünden kaçırılmaya çalışılan fakat en çabuk hissedilecek olumsuzluklar. Ancak işin en hazin yönü, sağlık personelimizin hedef gösterilmeleri sonrasında devlet kurumlarından gönüllü(!) emeklilik veya istifalarla uzaklaştırılarak yabancı ve yabancılaştırılacak özel sağlık kurumlarına ucuz işgücü olarak hediye edilmesi.

Eğitim sektörü ise, içine düştüğümüz sarmalın ne kadar derinlere indiğini göstermekte. Bir ülke düşünün ki, her yıl yüzbinlerce gencini laiklik karşıtı eğitim kurumlarında okutmayı demokratiklik olarak savunsun ve bunun üzerine bir grup vatandaşının din konusundaki bilgi ihtiyacını bu okullardan mezun olanlar yerine eğitimsiz mollalara devretsin; bir ülke düşünün ki, Hitlerli, Mussolinili, Francolu, Salazarlı ve Stalinli bir emperyal güçler yumağı olan Avrupa'nın yanıbaşında, Ne Mutlu Türk'üm Diyene, diyebilen önderini ve arkadaşlarını yalan yanlış, üretilmiş belgelerle hedef haline getirsin. İşte o ülkede, Necip Fazıl tarihçi de olur, intihalci Eğitim Bakanı da. Benim diyeceğim, Necip Fazıl'ın şiirlerini okumaya devam edelim ama ... Unutmayın, tarihçisi Necip Fazıl olanın burnu şeriattan kurtulmazmış.


  1. Nedendir bilinmez, Başbakanlık ve Genel Kurmay arşivlerinin açılacağına dair herhangi bir adımın atıldığı haberi ise henüz müjdelenmedi.
  2. Bu tür yayınlara kuru propaganda diye bakmayın, İngiltere bu işi büyük bir ciddiyetle yapmış. O kadar ki, Almanlar'a karşı uydurulan propaganda malzemelerini yazanlar arasında Rudyard KIPLING gibi Nobel ödüllü bir yazar bile var.
  3. Necip Fazıl'ın yaşamına dair ayrıntı için, Mina URGAN'ın Bir Dinozorun Anıları adlı kitabına bakmanızı tavsiye ederim.
  4. Bu gerçeği, inşa edilen ve daha sonra özelleştirme kisvesi altında yabancılara "sunulan" sanayi kuruluşlarının listesinden kolayca çıkarsayabiliriz.
  5. Sanırım bu noktada şu soruları sormaya hakkımız var: Gerek teker teker, gerekse toplamları Hariri'den kat ve kat büyük olan Koç ve Sabancı [Holding] bu ihaleye neden girmedi? Anılan holdinglerimiz, kendi ülkelerinin iletişim sektöründeki pek çok segmentin 2026'ya kadar tekeli olarak kalacak olan ve altın yumurtlayan bu şirketi neden almaktan caydı? Bu akıldışı kararın alınmasında kimler, nasıl etkili oldu?
  6. Nedense bu kıyak, Turkcell, Vodafone ve Avea'ya çekilmemiş. Yani, kamu hazinesini zaafa sokan bu karar, aynı zamanda rekabet eşitsizliği de yaratmış.
  7. Bir başka deyişle, Türk Telekom'un yaptığı sponsorluklar, Seyrantepe'deki stadın isim hakkını satın alması spora destek falan değil; yapılan her şey sokaktaki gariban Mehmet ve Ayşe'nin parasıyla yapıldı.