04 Mart 2011

Eğitimin Görün(mey)en Maliyeti

2011 yılı bütçesinden ayrılan 34 milyar 112 milyon 163 bin TL ile en büyük paya sahip bakanlık olan Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçesi, 15 milyon civarındaki öğrenci düşünüldüğünde maalesef pek de istenen düzeyde değil. Zira, öğrenci başına yaklaşık 2000 TL anlamına gelen bu değer, 750 bini aşkın personelin maaş ödemelerini de içeriyor. Durum böyle olunca, verilen öğretimin kalitesi 2009 yılı Pisa sınavları sonuçlarından da anlaşılabileceği gibi, Dünya ortalamasının "belirgin bir biçimde altında" oluyor. Bir diğer deyişle, kendi aramızda yaptığımız sınavlarla başarılarını ölçüp övündüğümüz çocuklarımız evrensel sınavlarda yerlerde sürünüyor.

Elbette ki, böylesine bir tablonun basit bir açıklaması olamaz; başarısızlığın talihsiz rastlantılara bağlanması yanıt olarak kabul edilemez. Ortadaki enkaz, sistemik bir takım hatalara dayandırılmalı ve çözümler buna göre önerilmelidir. Naçizane, benim gözlemlerim çözümün iki farklı kaynaktaki hataların görülmesine dayandığı yönünde: Bakanlık ve veliler.

Bakanlık tarafında işlenen hatalar, hepimizin bildiği ve sonu pek de gelmeyecek gibi gözüken türden. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
  • Öğrenci dostu gözüken değişikliklerle içi boşaltılan müfredat: 10+ yıllık bu süreğen ve yaygın uygulama, öğrencilerin genelde başarısız olduğu havuz problemi gibi konuları önce düşman ilan ediyor ve sonra müfredattan kaldırıyor. Özünde kesirleri ve cebiri düşman ilan eden bu kafa, suçlunun havuzlar olmadığını keşfettiğinde ise yeni bir düşman aramaya koyuluyor. Tabii, öğrencinin gerçek konuyu (kesirler ve cebir) öğrenmesi bu durumda neredeyse tesadüflere kalıyor. Buna Din dersinin 4. sınıftan 12. sınıfa kadar zorunlu iken Mantık-Felsefe derslerinin seçmeli olması gibi insanı çıldırtan uygulamalar eklendiğinde, tornadan çıkan öğrencilerin genelde saat sayısı kıytırık içerikli uyduruk derslerle şişirilmiş diplomalı cahiller olması kaçınılmaz oluyor.
  • Yenilikçi olmak iddiasıyla yapılan yöntem değişiklikleri: İsveç modeli, aktif eğitim, vb. gibi duyanı etkileyebilecek adlarla piyasaya sürülen yeni yöntemler, doğru aşamada, doğru kişilerce doğru öğrencilere uygulanmadığı takdirde eski yöntemlerden çok daha yıkıcı olabiliyor. Örnek olarak, öğrenci için temel oluşturma özelliği taşıyan konuların işlendiği ilk yıllarda aktif eğitimin kullanılışını düşünün. Dört işlemin aktif eğitimle keşfettirilip 6-7 yaşındaki çocuklara araştırmacılık alışkanlıklarını kazandırma gayreti, sonuçta 4.sınıfa gelip okuma yazmayı sökememiş, basit toplamaları dahi beceremeyen özgüvensiz bir öğrenci kitlesi yaratıyor.1 Ayrıca, öğrencinin aktif olmasını kendi pasifliği şeklinde yorumlayan öğretim elemanları, tembelleşiyor ve geçer not verme  dışında bir işlevi bulunmayan otomatlar haline dönüşüyor. Bu durum, iyi öğretimci ile kötüsünün farkını da ortadan kaldırıyor.
  • Kadrolaşma ve kimi dallardaki yetersiz eleman sayısı: Birbirine bağlı olduğunu düşündüğüm bu iki etkeni, size yaşadığım bir örnek ile anlatmaya çalışayım. T. C. Dokuz Eylül Üniv. Müh. Fak. Bilgisayar Müh. bölümünde verdiğim bir dersin öğrencilerinden biriyle yaptığım sohbet sırasında, kendisinin eskiden Lise 2 ve 3'te öğretilen limit, türev, integral  gibi konuların işlendiği Matematik dersinden zorlandığını öğrendim. Nedenini sorduğumda, öğrencinin verdiği yanıt kan dondurucuydu: liseyi okuduğu Samsun'daki bir köy okulunda Edebiyat hocasının geldiği Matematik dersi aslında boş geçiyordu. [Böyle bir öğrencinin, %3-4 dilimindeki bir bölüme nasıl girdiği ise yanıt bekleyen bir başka soru.] Buna karşılık, bazı dallarda ise eleman sıkıntısı hiç hissedilmiyordu.
  • Ödül ve cezanın olmadığı bir sistem: Şu anki uygulamaya göre, ilk öğretimdeki bir öğrencinin ilk üç yıl sınıfta bırakılması yasak! Efektif olarak, kağıt üstünde mümkün olsa da, ilk sekiz yıl sınıfta kalan neredeyse yok. Aslında, sistem o kadar laçkalaşmış durumda ki, 5 üstünden 4 almak artık başarısızlık olarak addediliyor. [Notunu bonkörce dağıtmadığı için tehdit edilen hocalar biliyorum!] İkna olmanız adına, vermiş olduğum  derslerden birinde öğrencilere yönelttiğim sorunun yanıtını paylaşayım: yaklaşık 70 üniversite öğrencisinin bulunduğu sınıfta 4-4,5 aralığında ortalamaya sahip birkaç öğrenci dışında herkesin 4,5 üzerinde lise mezuniyet ortalaması vardı. İş böyle olunca, başarılı olmanın pek de anlamı kalmıyor ve hünerin bir işi iyi yapmak yerine kotarmak olduğunu düşünen öğrenciler standardı koyuyor. Daha da kötüsü, sistem iyiyle kötü arasındaki farkı sadece muğlaklaştırmıyor; pek çok zaman kimin 4 kimin 5 alacağı değiştirilmeden verilen, hazır halleri İnternet'te bulunan2 geçmiş yılların ödevleriyle saptandığı için bu ayrıştırma bile tesadüfe kalıyor.
  • Ölçücü olmaktan ziyade sıralayıcı olan sınavlar: Kaynağın sınırlı olduğu durumlarda kaçınılmaz olan sınavlar, ölçücülük özelliğini yitirdiklerinde ülkemizde olduğu gibi doping kontrolü olmayan at yarışlarına dönüşüyor. Hazırlanan yanlış sorular ve malum çevrelerce yapılan soru hırsızlıkları da düşünüldüğünde, sonucu tartışmalı bu sınavların yarattığı hasar daha da büyüyor. Bir de, dersanelerden kurtaracağız diye konulup dersanecileri zengin, öğrencileri haşat ettiği görüldükten sonra kaldırılan SBS gibi sınav denemeleri de düşünüldüğünde, hata yapmak için sanki özel bir gayret sarfediliyormuş izlenimi uyanıyor insanda.

Farkındayım, epey uzattım. Dolayısıyla, daha da uzatmadan velilerin vebali ne, ona bir değineyim. Bu cephedeki gözlemlerim, bekâr ve çocuksuz olmam nedeniyle sorumsuzluk ve haksızlık izlenimi uyandırabilir. O zaman, küçük bir itirafla başlayayım da içiniz rahatlasın: eğer çocuk sahibi olsaydım, yıllar sonraki bir sınavda gösterilecek olası başarısızlığın sorumluluğundan kaçmak ve eşimin yöneltmesi nedeniyle çocuğumu özel okula gönderirdim. Dolayısıyla, yazımın devamında getireceğim eliştirilerin hedefine kendimi de yerleştiriyorum.

Neyse; özel liseler ile Anadolu ve Fen Liseleri'ne giriş sınavlarının ayrı yapıldığı son yılın bir öncesindeki yıla dair aklımda yer etmiş iki istatistik ile başlayayım. O yıl, özel liseler sınavına giren öğrenci sayısı 32.000 iken, diğer sınava giren öğrencilerin sayısı 796.000 idi. Yani, özel okullarda şansını deneme cesareti gösteren öğrencilerin oranı %4'ü ancak aşıyordu. Bunda burs ve banka kredisi desteğiyle özel okul hayali görenler de bulunduğundan, gerçek rakamın daha düşük olduğu düşünülebilir. Ben bu oranı, aşağıda %3 olarak hesaba katacağım. Bunun makul bir değer olduğunu, özel okul sahiplerinin devletten mali destek istedikleri ve Milli Eğitim Bakanı'nın da katıldığı bir sempozyumun haberinden görebilirsiniz.3

Daha fazla uzatmadan hesabımıza başlayalım. Okul parası, servis, yemek, geziler, işin fiyakası derken yıllık ortalama 25.000 TL harcama yapıldığını varsayacağım. Nüfusun %3'ünün yaptığı bu ödemeyi genele yayarsak, öğrenci başına 750 TL'lik bir kaynağın özel okullar sektörüne aktarıldığı görülür. Bir başka deyişle, öğrenci başına ancak 2.000+ TL olan Bakanlık bütçesinin %35 civarı kadar bir meblağ özel okul sektörüne akıtılmaktadır! Lise ve üniversiteye giriş için 3-4 yıl boyunca çok daha büyük bir kitle tarafından ödenen dersane ücretlerini ve düzgün öğretilmediği için kurslarda ve yurtdışında tekrar öğrenilen yabancı dillere verilen paraları buna eklediğimizde, geliri üzerinden vergi vermemeyi cingözlük zanneden halkımızın, belki de Bakanlık bütçesinden daha büyük bir haracı özel eğitim kurumlarına bağışladığı ortaya çıkar. Bağışladığı diyorum çünkü, düşük başarı yüzdelerine karşın, özel okullardan parasını geri isteyen bir tek kişi görmedim. Domates çürük çıktığında ödenen para iade ediliyor ama 13 yıllık bir ödeme planı sonucunda hiçbir şey alınmadığında üzerine bir bardak soğuk su içiliyor.

Aynı konuya bir başka açıdan bakarak durumun ne kadar büyük bir kepazelik olduğunu anlatmaya çalışayım. Üniversite kapısına gelene kadar, bir yıl ana okulu da dahil olmak üzere, on üç yıl var. Yani, üniversite öğrencisi adayı çocuğunuz için 325.000 TL ödemiş olacaksınız. Ancak, hiç kimse size kötü özel üniversiteler dışında bir yeri garanti etmeyecek. Halbuki bunun yerine, bankaya çocuğunuz adına her yıl 25.000 TL yatırıp işletseniz, çocuğunuzun on üç yıl sonunda yarım milyon liranın üstünde bir fonu olur. Bunu da, ister ABD'deki üst düzey üniversitelerin birinde paralı okuyarak harcasın, isterse Türkiye'de iyi bir yeri kazandığı için yaşamının geri kalanında yatırım sermayesi  olarak kullansın; her iki durumda da ilk senaryodan daha iyi bir noktada olacağı kesin.

Son olarak; unutmayın, çok az sayıdaki özel okulların yabancı dil hocaları dışında, özel okulların öğretim elemanları da bu ülkedeki üniversitelerin eğitim fakültelerinden mezun oluyor. Dolayısıyla, çocuklarınızın öğretmenlerinin öğretimi düzgün yapılmamışsa, ister özel olsun isterse devlet, kazanıldığı iddia edilen başarılar, Pisa sınavlarından da görüldüğü gibi, ülkemiz sınırlarının dışına çıkamayacaktır.

Sıkılmadan okuyup buraya kadar geldiyseniz, şunu soruyor olabilirsiniz: Devlet okulları harap, özel okullar osuruklarını parfüm diye satarken, biz ne yapalım? Sizin çözüm önerileriniz varsa duymak isterim ama ben, maalesef, siyasi ve sosyo-kültürel kökleri olan böylesine bir soruna kısa vadede çözüm üretilebileceğini düşünmüyorum. Ancak; yaptığımız tüketim üzerinden değil gerçek kazancımız üzerinden vergi ödeyerek, evrim kuramının yanında California patentli yaratılış palavralarının okutulmasına karşı çıkarak, özel okullarda Bakanlık müfettişlerinin uyguladığı göstermelik müfredat denetimi ile yetinilmeyip yoğun kalite denetimleri talep ederek, matematik derslerine matematik hocalarının gelmesinde ısrar ederek başlayabiliriz. Ne de olsa, uzun yolculuklar bile küçük bir adımla başlar.


  1. Benzer bir çaba, üniversite öğretiminin ilk yıllarında da gösterildiği takdirde benzer sonuçlar doğuruyor. Allah aşkına, mühendislik öğrencilerinden türev-integrali keşfetmesini beklemek Newton ve Leibniz'e haksızlık olmaz mı?
  2. İnternet'teki ödev sitelerine bakacak olursanız, paylaşımdaki cömertliğin yüksek öğrenimi de kapsadığını görürsünüz. İnanmazsanız, şu arama sonucuna bakabilirsiniz.
  3. Dikkat ederseniz, bu haberde diğer ülkelerdeki oranlara değinilirken Türkiye'deki gelir dağılımının çarpıklığına, özel okulların genelde büyük kentlere toplandığına falan hiç kimse değinmiyor; herkes özel okullara kayıt artmalı diyor. Bu arada, yazıdaki özel okullu öğrenci sayısını yorumlarken, ülkemizdeki ve söz konusu ülkelerdeki gelir üzerinden toplanan vergilerin toplam vergideki payını da göz önünde bulundurun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.